1.BÖLÜM \"SÖZ VERMİŞTİK\"

3018 Words
Serinin ilk kitabı olan REHİNCİ’yi profilimden okuyabilirsiniz. Bu ikinci kitaptır. Bakışlarım sabit bir şekilde karşımda duran duvara doğru bakıyorken için için eksiliyordum sanki… Uyandığımdan beridir ne kadar süredir o şekilde durmaya devam ettiğimi bilmiyordum. Bildiğim tek bir şey vardı o da yüreğimde sancımaya devam eden, için için akan o acıydı. Varlığı ve yokluğu ışık hızı gibi olan, hayatıma bir anda giren ve yine girdiği gibi bir anda çıkan… Dünya da gördüğüm o tek ışık olan, koyu yeşil gözlü çocuk benim için bir rüya mıydı? Kursağımda kalan son lokma gibi içime doğru tuttum o yaşayamadığım coşkulu duyguları. Nasıl da güzeldi o tatlı heyecanlar. Midemde kelebekler uçuşarak beni o çıktığım uçurum kadar yükseğe çıkartmış, midemdeki kelebekler omuzlarıma dağılarak beni orada öylece bırakmıştı. Nadiren oturduğum o penceremin önündeki çıkıntıdaydım. Dizlerimi karnıma doğru çekmiş, kollarımı üzerine sararak yeşeren ağaç yapraklarını izliyordum. Sonbahara girerken nasıl da solup dökülmüşlerdi. Tıpkı benim de bir zamanlarda solduğum gibi. Ardından yine onlar gibi yeniden doğarak tüm yeşilliğimle parlamıştım. Zirve noktam ne yazık ki fazla uzun sürmedi. Telefonum çalınca midemde o garip, tanıdık heyecan baş gösterdi. Onun olabileceği umuduyla gözlerim ekranı bulduğunda yanılmanın verdiği acı katlanarak büyüdü. “Ah…” Burnumu çekerek avucumu çenemin altına yerleştirip dirseğimi göbeğimin kenarına iliştirdim. İçimdeki keder katlanarak büyüyorken ifademin donukluğu bedenimi ürpertti. Amansız bir hastalıktı benimki… Girdiğim depresyonlardan çok daha kötüydü. Aşk belasına bulaşmıştım bir kere… Yakamı kurtarmak için ilk zamanlarda görmezden gelip basite indirgesem de duygularımı çok büyük oyuna geldiğimden bir haberdim o zamanlar. O çok alıştığınız kişinin yokluğunuzla sınanırken ne gece uyku giriyordu gözünüze ne de gündüz… Mutaf’a karşı olan duygularımda samimiyim sanıyordum. Meğerse değilmişim. Şu anki duygularım çok başkaydı, ben artık bambaşkaydım. Onunla beraber eski Rüya da geçip gitmişti sanki. Telefonumun tuş kilidine basarak sanki bilmiyormuş gibi bu günün günlerden hangi gün olduğuna baktım. Bugün tam elli dokuzuncu gündü. Yarın altmış gün olacaktı. Yani o bahsettiği o iki ay… Tamı tamına iki ay bile dayanamadan çekip gidişini hala daha hazmedemiyordum. Aklımda birçok düşünce vardı. Beni bulduğu ilk halde görmekten de mi korkmamıştı çekip giderken? Hiç mi önemsememişti beni… Bana hiç mi değer vermemişti? O gittiğinden beri iki haftadır kendime her Allah’ın günü bu soruyu soruyordum. Derslerimi dinlememeye başladım. Sınavları umursamamaya. Hatta çok daha fazlası bile umurumda olmamıştı. Artık insanların yaptıklarına üzülmüyor, dertlenmiyordum. Zamanında belli ki onlara gereğinden çok daha fazla değer vermiştim. Bu yüzden yaptıkları en ufak harekete bile alınıyor, söyledikleri her şakaya kırılıyordum. Artık benim için her şey o kadar önemsizdi ki… Okuldakiler de anlamıştı bunu. Dış görünüşüm mesela. Önemsemeyi, bu konuda yorum almayı bıraktığım andan beri kimse beni oradan vurmadı. Bana hayretle bakıyorlardı. İki haftada o korku dolu, ürkek Rüya gitmiş, yerine donuk ve güçlü bakışlı kız gelmişti. Ne olabilirdi ki artık en kötü? Benim hayatımda ne olabilirdi? Dünyamın tek rengi gitmişti, bana başka ne koyabilirdi? Gözümden birkaç damla yaş süzüldü ve çenemin altına kadar ilişti. Yine de bir heyecan vardı içimde. Yarın diyordum, yarın belki gelirdi. Yaptığımız anlaşmanın sonuçlanması için gelmek zorundaydı. Bana söz vermişti. İmza atmıştık. Anlaşmayı daha fazla bozamazdı… Biri kazanacak, biri kaybedecekti. Savaş kazanmıştı. Ben o aptalca düşünceden vazgeçeli çok olmuştu. Şu anda tek düşünebildiğim varlığı ve bir an önce yanımda olması gerektiğiydi. İç çekerek elimin tersiyle çenemi sıvazlayınca telefonum tekrardan çaldı. Eymen yine arıyordu. Üniversite sınavımız yaklaştığı ve olanlardan sonra halimi gördüğü için benim için endişeleniyordu. Umurumda değildi ki… Hiçbir şey artık umurumda değildi. Keşke onunda olmasaydı. Aramayı duymazdan gelmiştim. Kıpırdamadan sonlanana kadar bekledim. Ardından kafamı çevirip omzumun üzerinden yatağıma baktığımda içim bir garip oldu. Önceden zamanımın çoğunu geçirdiğim, beni giderek içine alan o yatak boş ve düzenliydi. Artık sürekli yatmıyordum. Kimi zaman okuldan yürüyerek geliyor, gün içerisinde pek çok kez evden çıkıp Rehin dükkanına gidip kapısının önünde bekliyordum. Ne gelen vardı, ne giden. Kapının önüne vurulan kilit oynamıyordu bile… Aşağıdan bana ablamın seslendiğini uğultu şeklinde duydum. Büyük ihtimalle sofraya çağırıyorlardı. Dudaklarım iğrenircesine büküldü bir şey yemek istemiyordum. İki haftadır zorunlu olmadıkça doğru düzgün bir şey geçmemişti boğazımdan. Yalnızca bekliyordum. Bana geri gelmesini… Ben inene kadar susmayacaklarını bildiğim için ağır bir şekilde yerimden kalkarak aşağı doğru indiğimde bir şeyler konuşuluyordu. Tabii ki bu kısa süreli değişimimin onlarda farkındaydı. Konuşmak istemediğimi bildikleri için üstelemiyorlardı. Babamın evi terk edişinin ardından annem ve ablamda birçok şey değişmişti gerçekten de. Bunlardan en belirgini de gözle görülür bir biçimde bize duydukları saygıydı. Önceden sanki her şey onların, biz evin misafirleriydik, o şekilde hissettiriyorlardı. Ancak yavaş yavaş aile olmaya başlamıştık. Ne olursa olsun ablamın Faruk ağabey ile ilgili olan olayını da unutamıyordum. İçten içe ona sempati beslesem de bu konuda ayıplamaya devam edecektim. Babam tüm ağırlığıyla baş köşeye oturmuş, annemin sofrayı kuruşunu izliyordu. Tabii, babamla o konuyu da konuşmuştuk. Dinlemeye pek mecalim olmasa da hal ve hareketleriyle beraber tarzında ki bu değişimin ve annemle ablamın ona karşı korku dolu bir saygı duymalarının sebebini de anlatmıştı. Amansız bir kafa hastalığına uğradığı yalanını söyletmiş arkadaşına. Bu yüzden annem ve ablam tutuşmuş, ne yapacağını bilememiş, babama deli gibi iyi davranmışlardı. Babam güya onlardan saklıyordu. Arkadaşı vasıtasıyla detay vermeye devam ediyordu. Ne olursa olsun hastalığın şakası olmazdı. Sırf bu yüzden çok kızmıştım babama ama o da haklıydı tabii. Başka bir seçeneği kalmamıştı ki adamcağızın. Bizim sazanlarda hemen inanmış, babamı şu anda tedavi sürecinde sanıyordu. Güya bizim yalancı doktor üzüleceği en hassas bir duygusu olmasın demiş. Sanındaki sandalyeyi çekip oturduğumda karnımın kazındığını hissettim. En son ne zaman yemek yediğimi bile bilmiyordum. Normalde üzgün olurken duygusal açlığım baş gösterir, beni haddinden de fazla yedirirdi ancak artık yediklerimle de bastıramayacağım belki de içten içe bastırmak da istemeyeceğim o duygusallık beni her şeyden alı koyuyordu. Ben onun yokluğunun verdiği acıyı çekmeye bile razıydı. Bu en azından yaşadıklarımızı daha var kılıyordu. Hiçbir şey olmamış gibi davranmak, o gelmeden önce nasılsam yine o şekilde yaşamak istemiyordum. Eğer böyle yaparsam gerçekten de deli olduğumu düşünecektim. Eymen vardı… En azından o yaşadığım her şeye şahitti. Suratımda alay dolu bir tebessüm oluştu. Tüm bunların olmasına sebep olan fotoğrafları vardı en azından… Beni binlerce parçaya ayıran o günü anımsayınca sertçe yutkundum ve kendimi dizginlemeye çalıştım. Tekrardan başlamasam iyi olacaktı. Ailemi daha fazla endişelendirmek istemiyordum. “Evet! Size muhteşem bir fırın yemeği ve zeytinyağlı sarma yaptım!” annem eline taktığı eldivenlerle borcamı masanın ortasına koyuyorken ablamda iki tabak halinde ayırdığı sarmaları getiriyordu. “Tam da Rüya’mın sevdiği gibi…” Annemin birden bana sıcak davranmaya başlamasına anlam veremiyordum. Herkes nasılsa öyle kalmalıydı. Aksi takdirde yadırgıyor, birazda soğuyordum. “E hadi o zaman! Başlayalım.” Tabağıma bir şeyle doldurarak en içlerinde olduğum halde uzaklara dalarak yemeğimi yemeğe başladım. Birkaç dakikanın ardından zil çaldı. Ablam kalkıp hole gittiğinde bitkin bakışlarım tabağımın kenarındaydı. Annemin oturduğum andan beri beni izlediğini hissederek bakışlarımı kaldırıp suratına baktım. Tam da o esnada içeriye ablamın geri girdiğini görmesem de hissettim. Arkam ona doğru dönüktü. Annemin suratı birden gülümsediğinde mutlulukla ayağa kalktı ve “Ay! Eymenciğim hoş geldin! Buyur geç sofraya.” Omzumun üzerinden ardıma döndüğümde gerçekten de Eymen gelmişti. Tek kaşım havaya doğru kıvrıldı. Öylece bakmaya devam edince babam koluma dokundu. “Kızım, arkadaşına hoş geldin desene.” Yalnızca benim duyabileceğim bir ayarda söylemişti. Ayağa kalkarak yanına gittim. “Hoş geldin.” Aramalarına cevap vermedim diye hemen gelmesini beklemiyordum tabii. Bu hareketini hiç hoş da bulmamıştım. Yalnız olmak istiyordum ben. “Hoş buldum. Kusura bakmayın yemek vakti sizi de rahatsız ettim. Rüya’ya ulaşamayınca merak edip geldim bende.” Annem ona neredeyse aşkla bakmaya devam etti ve “ay olur mu hiç öyle şey! Geç buyur, sen de benim oğlum sayılırsın!” Sırtından destekleyerek içeri doğru yürümesine yardım etti. Benim karşımdaki sandalye boş olduğu için oraya oturduğunda annem ablama seslenerek “hemen bir servis aç kızım.” Dedi. Ablam ikiletmeden Eymen’in servisini ve çorbasını getirdiğinde Eymen’in delici bakışlarına maruz kalıyordum. Alttan alttan beni iğnelercesine inceliyordu. Son iki gün rapor alıp hafta sonuyla birleştirerek dört günlük güzel bir tatil yapmıştım. Ona da haber vermemiştim. Aslında endişelenmekte haklı olabilirdi. “Evet, afiyet olsun yavrum hadi başla.” Annem Eymen’e adeta bayılıyordu. Onu neredeyse elleriyle besleyecekti. Aramızda bir şeyler olsa eminim buna en çok annem sevinirdi. Eymen çorbasını içmeye başladığında dudaklarının arasından olumlu anlamda mırıltılar döküldü ve “enfes yapmışsınız gerçekten de, ellerinize sağlık.” Dedi. Annemin omuzları kabarmıştı. “Vallahi Rüya’nın senin gibi bir arkadaşı olduğu için ne kadar mutluyum anlatamam.” Duygularını her zamanki gibi saklamıyordu. Eymen’in annesini çok sevdiği için oğlunu da seviyordu. “Teşekkür ederim.” Dedi Eymen. “Valla siz gençler de hiç gezmiyorsunuz. Anlıyorum sınav seneniz ancak arada bir stres atmak lazım.” Babama bakarak “değil mi hayatım?” Dedi. Babam ağır bir şekilde kafasını salladı ve “orası öyle tabii de çocuklar daha iyi bilir tabii.” Annem babamdan istediği enerjiyi alamayınca tekrardan Eymen’e döndü ve “valla çıkın gezin çocuklar. Bir daha o yaşlarınıza gelmeyeceksiniz.” Annemi adeta delercesine bakıyordum. O ağzını biraz daha açık tutmaya devam ederse düşüp bayılacaktım. “Önümüzdeki hafta sonu Abant gezisi var aslında. Siz de onay verirseniz ben katılmak isterim.” Al birini vur ötekine! Gözlerimi devirerek öfkeli bir soluk bıraktım ve “ben hiçbir yere gitmiyorum.” Dedim. “Neden kızım?” Dedi annem. Bu işin peşini bir türlü bırakmayacaktı! Çatalımı kaşığımı bırakarak kafamı iyice ona doğru çevirdim ve sakin olduğuna özen gösterdiğim sesimle konuştum. “Çünkü annecim sınavlarım var.” “O yüzden mi okula gelmiyorsun?” Bakışlarım öfkeyle, atmaca gibi Eymen’i bulduğunda adeta onu delip geçmek istercesine bakıyordum. Bu gidişle o hiç susmayacaktı! “Evet, sen ders bile çalışmazsın ki. Ödevini eve bile getirmez okulda yaparsın. Valla hiç anlamam gideceksiniz.” Soluğumu yorgunca bırakarak önüme bakmaya devam ettim. Hiç boşuna onlara laf anlatmaya çalışıp ağzımı yormayacaktım. Zaten ben istemedikten sonra arabaya zorla bindirecek halleri yoktu ya? Kesinlikle gitmeyecektim. Yemeğimiz bittikten sonra Eymen’le odama çıktığımızda durgunluğumu bir türlü atamıyordum. Pes etmeyeceğini, benimle konuşmadan, azarlarını sıralamadan yanımdan çekip gitmeyeceğini biliyordum. Yatağımın üzerine oturup yastığımı kolumun altına sıkıştırdım. Masamın kenarındaki tekerlekli, tüylü sandalyeyi çekerek önümde durduğunda kaşlarım çatık bir şekilde ona bakıyordum. “Ne var?” Dedim ters bir ifadeyle. Tek kaşı yukarı doğru kıvrıldı. “Bir de utanmadan tersliyor.” Yatağımın ucundaki yastığı alıp kafama fırlattı. Ne olduğunu biliyordu işte. Biliyordu. Bana ne olduğunun farkındaydı. Savaş’ın çekip gittiğini, öncesinde ona karşı olan duygularımı, nasıl tanıştığımızı, korkularımı… Her şeyi… Yüreğim yangın yeriydi. Öyle olarak da kalmıştı. “Rüya, hislerini anlıyorum ancak kendine gelmek zorundasın. İleride geçecek bir heves için geleceğini etkilenmene izin veremem.” Gözlerim irileşti. “İleride geçecek bir heves için mi?” Gözlerini devirdi. “Evet Rüya. Şu an o ergen aklında kafanda neler kuruyorsun sen?” Bıkkınlıkla soluğunu verdi “yüz yılın aşkını bulduğunu falan mı?” Hayretle ona bakakaldığımda ağzım açık kalmıştı. “Bu şekilde düşünüyorsan aynısı senin duyguların için de geçerli o zaman?” “Sakın benim duygularımı karıştırma.” Nedense sıra ona gelince benim duygularımı karıştırma oluyordu. Hayretle gülümsedim. “Cidden şaka gibisin.” “Senin iyiliğin için uğraşıyorum.” “Anlıyorum. Tamam!” Ellerimi havaya kaldırdım. “Çok teşekkür ederim ancak lütfen, bırak benim iyiliğimi, ben iyi olmak istemiyorum.” Baktı, baktı ve sadece baktı… “Saçmalıyorsun. Hafta sonu benimle o tatile de geleceksin.” Ayağa kalkınca kafamı onaylamaz anlamda salladım. “Gelmeyeceğim.” İşaret parmağını üzerime doğru dikerek “geleceksin Rüya! Eğer gelmezsen annene her şeyi anlatırım.” Dediğinde gözlerimi belerterek yataktan kalkıp karşısına dikildim. “Eymen sen ne yaptığını sanıyorsun? Şu anda beni tehdit mi ediyorsun?” Reddetmesini beklerken beni her zamanki gibi şaşırttı ve başını onaylar anlamda salladı. “Evet, aynen öyle yapıyorum.” Ardından bir şey söylememi beklemeden odamdan çekip gittiğinde arkasından bakakalmıştım. “Of!” Bağırarak yastığımı yumruklayıp yere attım, eğilip aldım ve tekrardan fırlattım. Sanki herkes üzerime üzerime geliyordu. Zıvanadan çıkmam için uğraşıyorlardı. “Başlarım böyle aşkın ızdırabına!” Pencereye koşarak giriş kısmı izlediğimde kısa süre sonra Eymen evden uzaklaşarak otobüs duraklarının olduğu tarafa doğru yürüyordu. Evine geçecekti. Askılığa koşup şişme yeleğimi üzerime giyinip anahtarımı ve telefonumu alarak evden çıktığımda elimde olmadan hızlı adımlarla koşuyordum. Rehin dükkanının önüne geldiğim de bir umutla oraya baktım. Yine kimse gözükmüyordu etrafta. Önüne geçtiğimde kilidinin oynadığını fark ettim. Ağzım kulaklarıma varacak kadar gülümsedikten sonra camlarına yapışarak ellerimle bakış açımı daraltıp içeriyi görmeye çalıştım. Hiçbir şeyin yeri değişmemişti ama kilit oynamıştı. “Savaş!” Dedim neşe içerisinde ve dükkanın etrafında gezindim. “Savaş! Geldin mi? Geleceğini biliyordum. Anlaşmamıza uyacağını biliyordum!” Mutluluktan dolu dolu olan gözlerle etrafa bakınmaya devam ederken bir adamla çarpışarak sarsıldım. “Savaş!” Düşmemem için kollarımdan tutmuştu. Geri çekilerek ifademi toparlayıp karşımdakine baktığım an hevesim kursağımda kalmıştı. O, Savaş değildi… Daha öncesinde hiç görmediğim bir adamdı. Dolan gözlerle ona baktığımda olağan bir sesle “iyi misiniz?” Dedi. Hevesim öyle bir kursağımda kalmıştı ki… Markete gidip de beğendiği abur cuburu annesine aldıramayan küçük çocuklar gibiydim. Savaş yokken kendimi kimsesiz hissediyordum. Beni en iyi anlayıp gören oydu. Bu düşünceleri hatırlayınca gözlerimin akmaması için yukarı baktım ve yutkundum. “İyiyim, sizin rehin dükkanıyla bir ilgiliniz var mı?” “Rehin dükkanı mı? Evet.” Gözlerim hevesle irileştiğinde dilim damağım kurumuş, ağzım lal olmuş tutulmuştu sanki. İki hafta sonrasında Savaş dan artık bir haber alabilecektim. “Şey, buranın sahibi, Savaş, onu gördünüz mü? Onu arıyordum.” “Yani, kendisiyle görüşmedik. Vekili vasıtasıyla bu rehin dükkanını üzerime devraldım ben.” Öylece kaldım. Ne dudaklarımı aralayabiliyor, ne en ufak bir ses çıkartabiliyordum. Tenim buz kesti. Bu adam ne saçmalıyordu böyle? O kırılma sesleri de neydi? Nereye aitti? Kalbim hunharca kırılmış, yetmemiş üzeri ezilerek bir kenara atılmıştı sanki. Ona karşı olan duygularımı hissettiğim zamandan beri yüreğimde beliren o kaybetme korkusu tam anlamıyla gerçekleşmişti. Ben… Gerçekten de kaybetmiştim. Ben… Dünyada ki tek rengim olan Savaş’ı kaybetmiştim. “Hanımefendi, hanımefendi? İyi misinizi?” Kollarımdan sarsıldığımı hissettim. Yavaş yavaş bilincim yerine geldiğinde titriyordum. Kendimi dizginleyemeden çılgınlar gibi titriyordum. Mideme giren bıçaklar bir türü çıkmıyorken kollarımı ondan çekip kurtardım. “Savaş bir daha gelmeyecek mi?” Nefes nefese konuştuğumda adamın bakışları korku doluydu. Benden dolayı endişeliydi. “Hayır, yani bu dükkan artık benim.” Başımı usulca onaylamaz anlamda salladığımda gözyaşlarım birbiri ardına akıyordu. Burnumu çektim. “Bu dükkan sizin değil.” İçimde gittikçe büyüyen o tarifi imkansız acı artık dayanamayacağım raddeye gelmişti. Her geçen saniye Savaş’ı bir kez daha göremeyecek olduğumu bana haykırıyor, bir sürü düşüncenin zihnime üşüşmesine ön ayak oluyor, beni kahrediyordu. Dükkanın cam kapısında asılı duran süsü dışarıdan görebiliyordum. Her açtığımda çalan o süs. Deli gibi ağlayarak oraya baktığımda hıçkırıyordum. “O dükkan Savaş’ın. Ben… Ben de orada çalışıyordum.” Öylesine hiddetli ağlıyordum ki görüş açım sürekli buğulanıyordu. Burnumu çekip hayretle bir dükkana bir de adama bakıyordum. “Hanımefendi. Eğer bu şekilde zorluk çıkartmaya devam edecekseniz polisi aramak durumunda kalacağım.” Çığlık atarak bir adım geri çekildiğimde hiç kimse umurumda değildi. Geri çekilip ağlayarak uçuruma doğru koşmaya başladım. Her geçen saniye canım öyle çok acıyordu ki dayanamıyordum. Dayanamıyordum ona ait olan her şeyin elimden birer birer kayıp gitmesine! Onun da değil hatta bizim! Bizim rehin dükkanımız! Ona olan aşkımın oluştuğu, yine ona karşı olan duygularımı hissettiğim yer! Nasıl olur da bir başkasının olurdu. Bir buçuk ay boyunca neredeyse her günümü orada geçirmiştim ben! İki günde bir tuvaletlerini temizlemiştim. “Ah! Allah’ım…” Uçurumun ucuna geldiğimde artık karşımı göremeyeceğim kadar çok buğulanmıştı gözlerim. “Dayamıyorum!” Dizlerimin üzerine çökerek bağırdığımda kendimi parçalara ayırmak istiyordum. Düşündükçe delirecek gibi oluyordum. Bana bir açıklama yapmalıydı. En azından küçük bir açıklama! Bu şekilde gidemezdi. Her şeyi değiştirip, anılarını acımasızca silip beni öylece ortada bırakamazdı. Bu durumu kabullenmemi bekleyemezdi! Burnumu çekerek deli gibi hıçkırmaya başladığımda ağlarken bir yandan da acı çekercesine sesler dökülüyordu dudaklarımın arasından. Canım çok acıyordu. Savaş benim canımı çok yakmıştı. Hatta hayır, Savaş benim canımı bu uçurumdan aşağı sürüklemişti. Yorulana kadar, tüm enerjim bitene kadar durmadan, şiddetle ağladım. Ağladıkça ağladım. Kabullenemiyordum. En sonunda bitap düşüp orada öylece kaldığımda sık sık iç çekiyor, karşımdaki gökyüzüne bakarak sürekli kafamda bir şeyleri sorguluyor, olayların arkasında yatan, kalbimdeki ağrıyı hafifletecek bir neden arıyordum. Yoktu, hiçbir yerden gelmiyordu o teselli. “Beni nasıl bırakırsın Savaş…” Burun direğim yandı. Anında gözlerim tekrardan dolmuştu. “Beni nasıl bıraktın Savaş…” Omuzlarım titreyerek tekrardan ağlamaya başladım. Buraya geldiğim ilk gün… Duygularım öylesine ölmüştü ki hayata karşı en ufak bir öfke bile hissedemez hale gelmiştim. Birbiri ardına eklenen zorbalıkların altında boğulurken hayatımı sonlandırmak istemiştim. Enerjim öylesine çok düşük kalmıştı ki… Ama şimdi. Şimdi karşımdaki dağı kaldıracak kadar öfkeli hissediyordum. Önceden kalbimin yerini unutmuşken şimdi atışları yüzünden acı çekiyordum. Onunla burada o anlaşmayı yaparken sonumuzun böyle olacağını hiç düşünmezdim. Birimizden birinin pes ederek son gün ki buluşmaya bile gelmeyeceğini, o kişinin de Savaş olacağını asla tahmin dahi edemezdim. “Sana inanamıyorum Savaş…” Birden biri arkamdan bana sarıldığında nefesim kesildi. Karşımdaki manzara nefesim kesilerek bakmaya devam ettiğimde alim ayağım boşa gelmişti sanki. Kuvvetli kollardan biri göğsümün üzerinden, diğeri de kolumun altından girmiş, çenesini omzumun üzerine koymuştu. O da arkamda dizlerinin üzerine oturmuştu. Midem ağrıyordu. “Sa-savaş…” Dedim umutla. Kalbim öylesine yavaş ve sert atıyordu ki güçlükle konuşmuştum. “Özür dilerim…” Dediği an acı içerisinde gözlerimi yumdum ve kafamı geriye doğru yatırdım. Daha fazla gücüm kalmamıştı artık… “Savaş olmadığım için özür dilerim…” Hıçkırıklarım tekrardan baş gösterdiğinde elleri titreyen ellerime kaydı ve sıkıca kavradı. “Eymen…” Dedim acı içerisinde. Acımı en derinlerinden paylaştığını biliyordum ancak bunlar yeterli değildi. Hiçbir şey benim için yeterli değildi. “Eymen… Canım çok acıyor, dayanamıyorum. Dayanamayacağım.” Diyerek acımı onunla paylaştığımda saçlarımdan öptü. “Biliyorum.” Kafamı onaylamaz anlamda salladım “bildiğin gibi değil. Ne yapacağım şimdi ben Eymen, ne yapacağım? Nasıl yaşayacağım Savaşsız…” Bedenimi kendine doğru çevirmeye çalışınca gayret edip ona yardım ettim. Tam karşı karşıya oturuyorduk yerde. “Gitmiş Eymen… Tamamen gitmiş…” Hıçkırıklarımın arasından güçlükle “dükkanı devretmiş, az önce öğrendim.” Dedim. Çekik gözlerini yakından görmeme rağmen bakışlarım karardı. Başım döner gibi oldu. “Rüya…” Dedi fısıltıyla. Saçımı geriye doğru çekerek yanağımı okşadı. Hiçbir şeyi hissedemiyordum. Dokunuşunu bile hissedemiyordum. “Geçecek Rüya. Geçecek. Sana en ufak bir açıklama bile yapmadan çekip giden bir adam için kendini bu kadar dağıtmaya değer mi?” Hayır… Hayır. Muhakkak bir açıklaması olmalıydı. Savaş’ın bir nedeni olmalıydı. O kötü bir adam değildi. Kimsenin de bu şekilde düşünmesine izin veremezdim. Bunu istemiyordum. “Muhakkak bir açıklaması olmalı.” Dedim acı içerisinde. “Rüya.” Bakışlarımı kaçırdım. Öfkeli soluğu suratıma çarpınca tekrar etti. “Rüya, bana bak.” Bakmadım. İstemiyordum. Savaş’a karşı bir şey düşünmeyecek, hissetmeyecektim. Benim kalbim her zaman Savaş’la olacaktı. “Ban bana.” Göz göze geldiğimizde çekik gözlerinin kararlılıkla parladığını gördüm “kendini kandırmana asla izin vermeyeceğim, duydun mu?”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD