11.Bölüm

1106 Kelimeler
Camın ardındaki siluet kıpırdamadan duruyordu; ben ise hâlâ vitrin önündeydim. İçimde bir uğultu başladı; ne kalbimin ne de aklımın sesini ayırt edebiliyordum. Nasıl olurdu? Nasıl benden önce gelebilirdi? Bu adresi sadece ben biliyordum. Bu kadar hızlı öğrenmesi imkânsızdı. Kafamda senaryolar birbirini kovalıyordu. Beni mi takip etmişti? Yoksa telefonu mu dinleniyordu? Yoksa o kartları… bana o mu bıraktı? Tüm bu ihtimaller beynimde birbirine çarpıp yankılanırken, elim hâlâ vitrinin camındaydı. Camın soğuğu parmak uçlarımdan içime yürüdü, nefesim göğsümde asılı kaldı. Gözlerim yavaşça siluetin hatlarını seçmeye başladı; o omuzlar, o duruş… evet, Ali’ydi. Gözlerimi kapadım, birkaç saniyeliğine dünya sustu. Bu mümkün değil… bu mümkün olmamalı. Arabanın kapısını kilitleyip çıkarken bile kimse beni görmemişti. İstanbul’dan gizlice ayrılmış, yol boyunca tek bir kişiye haber vermemiştim. Bunu nereden bilebilirdi? Ya bu bir tesadüf değilse? Ya tüm bu hikâyede sadece figüran bensem, o her adımımı biliyorsa? Kalbim öyle hızlı atıyordu ki, göğsümden çıkacak sandım. İçimde bir panik, bir de garip bir inat yükseldi. Hayır Ezgi, dedim kendime. Korkma. Ne olursa olsun buraya neden geldiğini öğreneceksin. Kapının tokmağına uzandım. Ellerim terlemişti; metalin soğukluğu avuçlarımı ürpertti. Kapının üstündeki küçük zilden gelen “çın” sesi, sessizliğin içinde yankılandı. Dükkanın içinden, o tanıdık, soğukkanlı ses duyuldu: “Hoş geldin, Ezgi.” Dizlerim bir an boşaldı. Kalbim bir ritim atladı. Kapının eşiğinde donup kaldım. O ses, içimdeki bütün dengeleri yeniden yıktı. Kafamın içinde aynı cümle dönüp durdu, fısıltıya dönüştü sonunda dudaklarımda: “Şaka mı bu?..” Kapıdan içeri girdiğimde, çan sesiyle birlikte sinirlerim de devreye girdi. Dükkanın ortasında, eli cebinde gayet rahat bir şekilde duran Ali Karahan’ı görünce beynimden aşağı kaynar sular döküldü. “Senin ne işin var be burada!” diye patladım, sesim bütün dükkâna yankılandı. Ali, bana dönüp sanki kendi eviymiş gibi bir rahatlıkla omuz silkti. “Sessiz ol!” dedi o sinir bozucu soğukkanlılığıyla. Tam ben bir şey diyecekken, tezgâhın arkasındaki yaşlı adam (Sanırım dükkan sahibiydi) başını kaldırdı. Kalın çerçeveli gözlüklerinin altından bize dikkatle baktı, o sert ama tatlı Anadolu bakışıyla. “Evlatlar, kavga etmeyin burada. ” dedi gülümseyerek. Ali hemen toparlandı, o karizmatik soğukluğu bir anda “örnek damat adayı” moduna geçti. “Tabii Süleyman amca,” dedi, sesi yağ gibi kayıyordu. Sonra bana döndü, iğne gibi bir ses tonuyla ekledi: “Büyüklerinin yanında saygılı ol.” Ben de ağzımı büküp, gözlerimi devirdim. “Böyöklörönönö yönöndö söygölö öl,” dedim, onun sesini taklit ederek. “Deli!” Süleyman amca kahkahayı bastı, neredeyse saatlerin tiktaklarını bile bastırdı. Ali gözlerini devirdi ama dudak kenarındaki belli belirsiz tebessüm gözümden kaçmadı. “Seninle uğraşılmaz gerçekten,” dedi alçak bir sesle, bana doğru bir adım atarken. Ben de kollarımı göğsümde kavuşturdum, başımı hafif yana eğip gülümsedim. “Benimle uğraşan pişman olur,” Süleyman amca araya girip “Siz ikiniz dizilerde oynasanız reyting rekoru kırarsınız,” deyince gözlerimi devirdim. Komik değildi. O anda fark ettim; sinirim geçmişti… ama kalbim, o kahrolası kalbim, yine hızlanmıştı. “Sen,” diye tısladım. “Burada ne işin var?” Ali, “Zor olmadı,” dediğinde merakla onu süzdüm ama yine o duygusuz, nötr sıfatı yüzüne asılıydı. Adamın suratına deprem olsa mimik düşmez, yeminle granitten yapmışlar bunu. Süleyman, “Çocuklar, tartışmak yerine neden burada olduğunuzu söyleseniz?” dedi, gözlüklerinin altından bizi süzerken. Çocuklar mı? Evet, ben 12 yaşındayım, Ali de sınıfın belalısı. Tam tablo. Sinirle soludum. “Önce şu adam dükkândan çıksın!” dedim, parmağımla Ali’yi işaret ederek. Ali, “Yalan, sır yoktu?” dedi sorgulayan bakışlarla. He aynen, sır yoktu, sadece senin yüzündeki gizemli kötülükle ben sudoku çözüyorum burada. “Psikopat ruh hastası,” diye homurdandım, kendi kendime. Öfkeyle “Of!”ladım. Of evet, sakin ol Ezgi. Derin nefes al, sonra da bu adamı bir duvar saatine yapıştır. Adımları üzerime geldi. Odunsu kokusu burnuma doldu; vücudum titredi, kalbim hızlandı. Ne var kardeşim, parfüm reklamı mı çekiyoruz burada?! Uzak dur biraz! Dudakları kulağıma yaklaştı. “Benden hiçbir şey saklayamazsın, Ezgi!” diye fısıldadığında iliklerime kadar titredim. Harika… Şimdi de sinir kriziyle kalp çarpıntısını aynı anda yaşayacağım. Tebrikler Ezgi, ödülünü Ali Karahan veriyor. Süleyman amcanın boğaz temizleme sesi, ikimizin de nefesini kesti. “Evladım,” dedi tok ama tatlı sesiyle, “birbirinize bu kadar yaklaşmasanız da olur. Kalplerinizin sesi saat sesini bastırdı vallahi.” Ali hemen arkasını dönüp toparlandı, ben de sanki hiçbir şey olmamış gibi kaşlarımı çatıp “Haklısınız amca,” dedim, burnumdan soluyarak. Evet Ezgi, aferin. Az önce bir katille flört ettin, bravo sana kızım. Ali sustu, ellerini cebine attı. Ben öne iki adım atıp tezgâhın ardındaki yaşlı adamın gözlerinin içine baktım. “Süleyman amca…” dedim tereddütle, “babamı tanıyor musunuz?” Adamın kaşları yavaşça birbirine yaklaştı. “İsmi neydi babanın kızım?” Yutkundum. “Hüseyin Özdemir.” Süleyman amca, bir anda olduğu yerde durdu. Bakışları hem bana hem Ali’ye kaydı. Bizi uzun uzun süzdü, gözleri aramızda gidip geldi; sanki geçmişin ağırlığı yavaşça omuzlarına çökmüştü. Sonra kısık ama net bir sesle, “Sen o Ezgi’sin…” dedi. “Sen de o Ali’sin.” İçimden bir ürperti geçti. Evet, bingo! Az önce saatçi buldum, şimdi de kaderin düğümünü çözen dedektif amca versiyonu karşımda! Ali bir adım öne çıktı. “Süleyman amca,” dedi ciddi bir sesle, “bizi yormadan anlat ne anlatacaksan.” Süleyman amca derin bir nefes aldı, yüzündeki çizgiler biraz daha belirginleşti. “Bu uzun bir hikâye evlatlar,” dedi, elini dükkândaki iki sandalyeye uzatarak. “Gelin, şöyle oturun da anlatayım.” Ali hâlâ huzursuzdu ama ben çoktan sandalyeye çökmüştüm; kalbim, sanki geçmişe açılacak bir kapının eşiğindeymişim gibi atıyordu. Süleyman amca yerinden kalkıp küçük bir çay bardağını aldı, sonra masaya yaslanarak başladı anlatmaya — sesi bir masal anlatıcısı kadar yumuşak, bir sır taşıyıcısı kadar ciddiydi. “Hüseyin ve Kalender’in çocukluğunu bilirim ben,” dedi. “Çok yakın iki arkadaştılar.” Ali hemen dudak büktü. “Hadi ordan, öyle bir şey mümkün değil.” Süleyman amca gülümsedi, ama gülümsemesinde burukluk vardı. “Evet, şaşırtıcı ama öyleydi. Birbirlerine kardeş derlerdi. Ta ki… aralarına bir kadın girene kadar.” Beni bir ürperti sardı. “Kim?” dedim sessizce. Süleyman amca bakışlarını bana çevirdi. “Aylin.” O an sanki yerin altı kaydı, içimden soğuk bir rüzgâr geçti. Aylin… annem. “Evet, Aylin,” diye devam etti Süleyman. “Kalender’le gençlik yıllarında birliktelerdi. Fakat Kalender onu yüzüstü bırakınca Hüseyin sahip çıktı, evlendiler. Kalender bu sebeple Hüseyin’le arkadaşlığını bitirdi. ‘Benimle birlikteyken gözün mü vardı onda?’ diye bağırdığını kendi kulaklarımla duydum.” O an Ali başını kaldırdı. “Peki sen bunların hepsini nereden biliyorsun, Süleyman amca?” Yaşlı adam, çay bardağını yavaşça masaya bıraktı. “Biliyorum,” dedi sakin ama yüreğime işleyen bir tonla. “Çünkü Aylin… benim yeğenimdi.” Sessizlik öyle ağır bastı ki, duvardaki saat bile tik taklamayı unuttu. Ben nefes almayı, Ali düşünmeyi. Geçmiş, tozlu raflardan kalkıp tam karşımıza oturmuştu.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE