1.BÖLÜM
Alacakaranlığı aydınlatan tek ışık gökyüzünü yaran aydı. Bir de yer yüzünü iki yüz kilo metreyi geçerek asfaltları yaka yaka giden lüks bir otomobil vardı. Rüzgar adı gibi esiyordu bu gece ve öleceğine aldırış etmeden gazı kökledikçe köklüyordu, İstanbul'un en lüks semtleri meskeniydi ama oldum olası sevmezdi İstanbul'u. Bu gece hayatının en zor gecesiydi atlatabilirse eğer kadınlar bu geceden sonra hayatına girmeye bile cesaret edemeyecekti. Sadece unutmak istiyordu, unutamazsa ölmek!
İstanbul'un gösterişli caddelerinden saparak yönünü Rumeli hisar üstü Nafi baba tepesine çevirdi. Denize karşı arabasını park ettiğinde aklındaki tek şey ya kafasına sıkmaktı ya da arabayı boşa alıp uçurumdan atmaktı kendini. Evet kararını vermişti hayatında ilk kez güçsüz olmasının bedelini o kusursuz hayatına son vererek ödeyecekti. Arabayı boşa alıp yavaş yavaş kaymaya başlayan arabanın direksiyonundan ellerini çekti geriye yaslandı ve karşısındaki manzaranın tadını çıkartmaya başladı. Cama vuran tıklama sesi üçüncü vurulduğunda dikkatini çekti ve yavaşça kaymaya başlayan arabayı durdurdu ardından el frenini çekti. Etrafına bakındı ama görünürlerde kimse yoktu, cam tekrar tıklandığında cama yansıyan minik eli fark etti ve arabanın camını açıp kafasını dışarı doğru uzattı.
Sarı saçlı, altı yaşlarında küçük sevimli kız çocuğu tüm canlılığıyla gözlerine bakıyordu ve diğer eliyle de torbasındaki peçeteleri işaret ediyordu.
Küçük kız “Abi bir tane alır mısın?” diye, sorduğunda kapıyı açıp kızın elindeki poşeti aldı ve “Hem de hepsini alıyorum.” dedi. Belki de bu, son kez yapacağı bir iyilikti.
Çocuk “Hepsini mi?” diyerek, gözlerini fal taşı gibi açtı. Onun gözlerindeki ışık şu an gökyüzünde parlayan aydan daha parlaktı. Ölesiye mutlu görünüyordu.
Genç adam “Evet hepsini.” dedi ve cebinden cüzdanını çıkarttı ortalama iki üç bin dolar para vardı, yurt dışından yeni dönmüştü. Çocuk paralara bakıp “Bunlar sahte!” dedi ve yüzünü ekşitti.
“Hayır onlar sahte değil, sadece bizim paramızdan biraz farklı.”
“Başkasının parasını mı veriyorsun bana?”
Genç adam merak içerisinde “Senin annen baban yok mu?” diye, sorarak konuyu değiştirdi.
Küçük kız “Var.” dedi ve eli ile bir ağacın arkasını işaret etti. Çaresiz ve bitik bir kadın uzaktan evladını seyrediyordu, kendisini genç adamın fark ettiğini anlayınca istemsizce yanlarına gelmek zorunda kaldı. Genç olmasına rağmen sıkıntıları yüzünün her bir noktasını eskitmiş bir kadın korkuyla genç adama bakıyordu, genç adam daha fazla dayanamayarak sordu.
“Neden gecenin bu saatinde bu küçücük çocuğa mendil sattırıyorsunuz?”
Kadın “Çaresizlikten!” dedi ve yüzünün her zerresinde çaresizliği açıkça göze çarpıyordu.
Gözlerine kınayarak bakarken “Bir iş bulabilirdiniz!” dedi, açıkça kadını tenkit eden genç adam kadının yapacağı açıklamanın inandırıcı olmasını bekliyordu.
“Aradım ama kimse çocuğum olduğu için iş vermedi ve bırakacak kimsem yoktu.”
Rüzgar, elindeki dolarları hâlâ şaşkınlıkla izleyen çocuğa baktı ardından bakışlarını annesine çevirdi, ne kadar da çaresizlerdi, kendi derdine bu kadar içerlediği için kendisine ana avrat sövdü içinden ve hızlıca toparlanıp kadını odak alarak konuşmaya başladı.
“Yatılı bir yardımcıya ihtiyacım var.” dedi, aslında yalandı çünkü etrafında kimseyi sevmezdi. Davet vereceği zamanlarda organizasyon şirketinden görevliler alırdı.
Kadın “Ne yapacağım peki?” dedi ve yüzü aydınlandı.
“Benim çok işlerim olmaz, bazen İstanbul bazen de Trabzon'da olurum buradaysam kıyafetlerim düzenli kuru temizlemeye gider, evde pek yemek yemem, küçükle de rahatça ilgilenirsin ve okuluna gider bütün eğitimini de ben üstlenirim.”
“Ben gerçekten çok şaşırdım ne diyeceğimi bilmiyorum, çok çaresizdim bir haftadır sokakta kalıyoruz ev sahibi de evden attı.” Kadın tereddütlü olsa da içinden bir ses güvenmesini söylüyordu. Başka da şansı yoktu. Bunu da deneyecekti. Denemeliydi.
“Tamam artık bunları düşünmeyin ve arabaya binin lütfen.”
Rüzgar, kendi sıkıntısının karşısında bu çaresiz iki masum insanı gördükten sonra hayatını gözden çıkarttığına lanet etti. Hayatındaki sıkıntının onu sürüklediği bu manzarası İstanbul kokan tepede olmasının, karşısına çıkan çaresiz iki insana yardım etmesi gerektiği için olduğunu düşündü ve bu gece onun hayatının dönüm noktası oldu.
Üç yıl sonra...
Sıcak bir yaz günü Trabzon'da güneş damla damla erirken, asfaltlar yanıyor ve insanlar öğle vaktinin en çarpıcı sıcağında işlerinin peşinde koşuşturuyordu. Kimi mutluydu, kimi mutsuz; kimi sevdiklerine koşuyordu, kimi işine yetişmek için acele ediyordu. Biri vardı ki başına gelenlere sesli bir şekilde sitem ediyordu.
Genç kız “Kahretmesin! Bu durumdan nefret ediyorum, ayakkabımın topuğunun tam kırılma zamanıydı. Ama bugün şeytanın dediğini yapmayacağım!” diyerek sinirlerini yatıştırmaya çalışsa da dayanamayıp söylenmeye devam etti.
“Üstelik bilmediğim bir şehirde! Şimdi nasıl ayakkabı mağazası bulacağım?” Bir yandan dertlenirken çantasına basan ayak dikkatini çekti. Kafasını kaldırdı ve sallanarak geri çekilen adama baktı. Yüzünde budala bir ifade olduğunu düşünürken adamın bir aptal olduğunu yüzüne haykırmamak için kendini zor tutuyordu.
Kendisine sinir bozucu bir şekilde bakıp “Yürümesini bilmeyısen, çıkmayacaksun yaylaya!” diyen, adam artık onun gözünde bardağı taşıran son damlayı önüne koymuştu.
“Aptal! Yürüdüğün yerlere tepeden bakmasaydın görürdün çantamı!”
“Onümden çekil da yoluma bakayum.”
Genç kadın “Yürü git işine bir de seninle uğraşmayayım sersem!” diyerek, çantasını alıp doğruldu ve arkasından bakan adama aldırış etmeden kırık topuk elinde sekerek yürümeye başladı. Önüne çıkan ilk adamı durdurarak “Affedersiniz, en yakın ayakkabı mağazası nerede acaba?” diye sordu.
Adam “Ne yapacasun orda?” diye, sorunca hiçbir şey diyemedi ve öylece baka kaldı, kendini toparlaması ise bir iki saniyesini aldı.
“Ayakkabımın topuğu kırıldı.” Çaresizce elinde tuttuğu topuğu gösterdi ve yüzünü buruşturdu.
Genç kadın “Bilmeyrum ayakkabi tükkani ben.” diyerek yoluna devam eden adamın arkasından yüzüne yerleşen tuhaf tebessümle:
“Aman Allah'ım gülsem mi ağlasam mı bilemedim buradaki insanlar daha önce tanıdığı hiç kimseye benzemiyordu.” diyerek söylendi.
Dakika bir gol birdi ve genç kız nereye düştüğünü düşünüyordu, hava alanına indiğinden beri normal hiçbir şey yaşamamıştı. Sonunda boş geçen taksiyi fark etti ve zor bela el sallayıp durdurdu, topallayarak taksiye bindiğinde, genç kız daha bir şey demeden “Hastaneye mi cidiyik abula?” diyerek ilk konuşan taksici oldu.
“Hayır.” dedi hafifçe sesini yükselterek ve neredeyse çatlamak üzereydi.
“Topallayisun da ondan dedum!”
Genç kız “Beni en yakın alışveriş yapabileceğim bir yere götürün lütfen!” dediğinde sesi ciddiyet doluydu.
“Eşyasuz mi kalduniz?”
“Hayır kardeşim, ayakkabısız kaldım!”
“O zaman bizum Rifki'nin yerine cetureyum seni.”
“Lütfen.” dedi, sustu ama adam yol boyunca bir şeyler anlatıp durdu. Ortalama on beş dakikanın sonunda bir mağazanın önünde durduklarında teşekkür edip indi ve mağazaya girdi. İhtiyacı olan siyah topuklu bir ayakkabıydı, süet bir tane vardı hiç düşünmeden numarasını alıp giydi. Hayatında ilk kez bu kadar kolay ayakkabı almıştı ve son olacağı kesindi. Kasaya ödeme yapmak için geldiğinde taksicinin arkasında belirmesi sinir sistemlerini çökertmek üzereydi. Taksicinin “Cüzel bir fiyat yap emce oğli, yabanci değil abulan.” diyerek yüzüne bakmasıysa, yaşadıklarının cabası olmuştu.
“İki yüz lira versun yeter da!” diyen kelli felli göbekli satıcıyı gülümseyerek izlediğini bir müddet sonra fark eden genç kız burada yaşayan insanların ne kadar doğal olduğunu düşündü. Samimi ve içten tavırlarıydı onları böyle doğal kılan. Parayı uzatıp mağazadan gülümseyerek çıktı ve tekrar taksiye binip, Ceyhan holdinge gitmesini söyledi ve taksi binanın önünde durana kadar camdan dışarıyı seyretti. Holdingden içeri girdiğinde iş görüşmesi için verilen saate göre on dakika gecikmişti, toplantı yapılacak olan odayı bulduğunda artık kaybedecek bir şeyi olmadığı için reddedilmeyi göze alarak, elinin tersiyle hafifçe tıkladı ve içeri girdi.