Esengül kaç sabah daha ağabeyinin yaptığı kötülüklerin sesiyle uyanacaktı kim bilir. Yine koca avlunun içinde hangi köylünün ifadesini alıyordu ki küfür sesleri odasının içine kadar ulaşıyordu, penceresi kapalı olduğu halde.
Gecenin
yarısını çoktan geçmiş bir saatte yattığı için sürekli sabahın köründe sırf bu
sesleri duyarak uyanmaktan bıkmıştı artık.
Yavaşça
gür kirpiklerini araladı. Kahverengi gözlerinde ki elem, uyku sersemliğinden
değil her yeni güne aynı şeyleri yaşayarak uyanmasındandı. Kıpırdamadı hiç
yerinden. Tarihi dokusu ile dedesinin babasından kalma içe doğru huni şeklinde
olan işlemeli tavandan gözlerini çekmedi sadece. İlmik ilmik işlenmiş ahşap
oylumları çocukluğundan bu yana izlediği halde ilk kez görüyormuş gibi
davrandı. Renklerin ahengine kapılıp duymamaya çalıştı sesleri. Her sabah
yaşadığı bu işkencenin bitmesi için sessizce yattığı yerde beklemeye başladı.
Üç
katlı taş evin avlusunda duyulan sesler her geçen gün biraz daha kendinden en
gerekli duygularını alıp süpürüyor, içi kibirle doluyordu.
Kötü
adam olan kişi ağabeyi, iyiler ise önünde el pençe bin perişandı. O şu küçücük
köyde her şeyin farkındaydı da “yeter artık rahat bırak milleti. Ne istiyorsun,
elin gariplerinden" demek içinden gelmiyordu. Ya da işine gelmiyordu.
Gören gözü kör işiten kulağı sağırdı âdeta.
Aslen
gören gözlere, güzel duyan kulaklara göre Zalimin donuk bacısı olsa da ölüm ile
yaşam arasındaki ipin üzerine oturup sırasını bekleyen sessiz soğuk bir kız
olduğunu ne yazık ki kimse bilmiyordu.
Varlığım
kendime bile faydası olmamışken, ses çıkarsam kime ne çare olacağım diye
düşündüğü için kendince susmanın doğruluğuna sığınıyordu.
Yıllardır
kendi derdine bile çare bulamamışken başkalarının yaralarını nasıl saracaktı
ki.
İçinde
cıvıl cıvıl küçük bir kız çocuğunun dışarıda yaşanan olaylara meydan okuduğunu
duymamazlıktan gelerek banane demeyi bilmişti hep. Geçmişin yarası yüreğinin derinliklerinde
hâlâ kanarken, kimseyi göremeyecek kadar katı bakar olmuştu kahverengi gözleri.
Kibirli ve soğuktu.
Yeni
ömrü ile eski yılları harmanlandıkça birbirlerine, ağabeyinin aynısı olup
çıkmıştı. Sadece elinde, şiddet içerikli aletleri ve küfür eden yılan dili
yoktu. Zalimin zulmüne dur demeyecek katı bir kalbi bir de kimsenin önünde olur
vermeyecek kibirli başı vardı. En son ne zaman kendi akranları ile bir yerde
karşılaşmış sohbet etmiş hatırlamıyordu bile.
Hoş!
Yaşıtları ile karşı karşıya gelse havaya diktiği burnundan dolayı önünde duran
kimdir necidir bilmezdi ki. O yüzden adı köyde, İblis ağanın donuk bacısı
olarak çıkmıştı.
O
da bağırmıştı, tıpkı dışarıda ki adamın bağırışları gibi.
Yapmaaa!
Demişti
Yardım
edin. Bir şey yapın! Diye inletmişti ortalığı küçücükken.
Lakin
kimseler ne çığlıklarını kesebilmiş nede annesinin ölümü engelleyebilmişlerdi.
En yakını halasından başka kimse evlerine yaklaşıp derdiniz ne demeye tenezzül
dahi etmemişlerdi. Genç kız saatlerce ağlamaktan sesi kısılmış, bitap düşen
bedenini halasının kollarında bırakarak öylece kalakalmıştı.
Şimdi
de yatağının üzerinde yatarken, parmağını dahi kıpırdatmak istemiyordu işte.
Kimin sesini duysa daha baskın geliyordu çocukluğundan kalan o ses. O yüzden
bazı şeyleri kadere bağlıyordu. Nasıl ben kendi kaderimi yaşayarak çekiyorsam
onlarda kendi kaderlerini yaşayıp öğrenecekler diyordu. Ne yaparsa yapsın
kaderin önüne geçilmeyeceğini öne sürüyor, kendini bu şekilde telkin ediyordu.
Kandırıyordu
bir şekilde kendini. Ben böyleyim diyerek kestirip atıyordu içinden bütün iyi
hislerini.
Ne
düşünürse düşünsün kendine hangi bahaneyi uydurursa uydursun yine de anne
babasının iyi yönlerinden kalma damarının seğirmesini bir türlü kesip
atamıyordu. Hani şu adamın çığlıklarını duydukça patlama derecesine gelen o
iyilik damarı. İşte onu bulup kesmeyi de başaramıyordu.
Adam
bağırdıkça, kulağını kapatsa da gözlerinin dolmasına engel olamaması da annesi
ve babasından kalan duygu miraslarından biriydi.
Yıllardır
tuttuğu, sadece senenin bir günü yanağına süzülen o damla bugün günü gelmeden
aşağıya doğru yol aldı. Yastığına damlayan o küçücük su damlası, azıcık içinde,
derinliklerde bir yerde çiçekli elbisesi ile sokaklarda koşturan bir kız
çocuğunun bir zamanlar yaşadığını kanıtladı. Hırsla reddetmeye çalışsa da o
hissi başaramadı.
Baktı
olacak gibi değil üzerine örttüğü etamin işlemeli yün yorganı
tekmeleyerek ayaklandı. Önce gözünden düşen damlayı elinin tersi ile
sildi. Sonra komedinin üzerindeki toka ile uzun saçlarını gelişi güzel
toplayarak hırsla pencerenin önüne doğru yürüdü. Alttan açmalı, ahşap ferforjeyi
yukarı doğru kaldırarak avluda yaşananları, boş boş bakarak seyretmeye başladı.
"Ağam
gelen kış günü, üç çocuk ne yer ne içeriz. Yapma etme! Zaman ver ödeyeceğim
borcumu " diyen köylünün sesi sanki boğazını parçalıyor gibi çıkıyordu.
"Kes
lan karı gibi zırlamayı! " Diyen acımasız ağabeyi yine yapıyordu itina ile
yaptığı zalimliğini.
Adamın
geniz yakan pürüzlü sesi avluda yankı yaparken etrafında bulunan herkes eli
bağrında çıt çıkmadan dinliyor ve izlemekten başka bir şey yapmıyordu. Kendisi
gibi!
"Şimdi
beni iyi dinle! Gidip Ormandan tam tamına elli bin odunu üç gün içinde
getirirsen, alırsın inek ve koyunlarını. Yok getirmezsen tüm kasabanın önünde
itlerime ziyafet çektiririm hayvanlarını."
Avlunun
bir bölümünde zincirlere bağlanmış on adet iri köpek, sanki haberi anlamış gibi
hırlayarak, tıpkı sahipleri gibi ürkütücü olduklarını gözler önüne
serdiklerinde, eli bağrında aman dileyen adam başını çevirerek o yöne baktı.
Herkesin anlatıp durduğu iblisin katil köpeklerini yakından ilk kez gördü.
Sesini
az yükselterek bir umut daha dilendi.
"Yapma
Halil ağa! Etme eyleme! Elli bin odun ne demek, nasıl bulurum etraf orman
bekçisi kaynarken. Çok zor. Madem öyle İneğin birini al borcuma karşılık"
dedi.
"Ne
yapayım senin cılız ineklerini. İki güne kalmaz ölür o hayvanlar. Şimdi yıkıl
karşımdan. Unutma üç gün içinde elli bin odun. Tek tek sayacağım ona göre"
diye kükredi. Genç kız ağabeyinin tükürük saçan vicdansız sesine biran
gözlerini üzerine diksede, söylediklerinin bitmediğini ve arkasından ne geleceğini
çok iyi bildiği için, pencereyi aşağıya doğru çekip indirdi.
"Bu
arada kırın ayak parmağını da aleme ibret olsun. Ağa'nın adamlarını peşinden
getirtmek neymiş anlasın it " diyerek arkasını döndüğü gibi yürümeye
başladı. Bir iki dakika geçmedi ki yükselen feryat, genç kızın yatakta oturmuş
vaziyette gözlerini yummasına sebep verdi.
Biliyordu
ki bu adam can yakmadan ceza vermezdi.
.....
Ceviz
ağacından olan eskitme giysi dolabının kapaklarını açarak eline ilk gelen bordo
belden oturtmalı eteği ve beyaz ipek gömleğini alıp yatağının üzerine bıraktı.
Dolabıyla
takım olan, küçük camekanın içinden şal seçmek için uğraşırken kırk yıllık
işleme baskılı kapısı gıcırdayarak açıldı. Olduğu yerde durdu ama arkasına
dönme ihtiyacı duymadı. Gelenin kim olduğunu gayet iyi biliyordu.
"
Güzel guzum uyanmışsın. Bende sana bakma ya geldiydim " diyen yıllardır
kahırlarını çeken halasından başkası değildi.
"Uyanmak
mı " dedi seçtiği yeşil ipek şalı yatağının üzerine fırlatarak.
"Ne
uyuması hala. Günlük feryat figandan sonra gözlerini yummaya gör. Rahat
vermezler ki uyuyayım " dedi.
Şükran
hanım yeğeninin bu haline iç çekerek yanına doğru adımladı. Elini omuzlarına
yerleştirdi. Yeğeninin ne demek istediğini biliyor dilinden dökülenlerin yalan
olduğunu bir tek kendisi anlıyordu.
"
geçen aylar ağandan borç almış ödememiş. Bizimki de tek geçim kaynakları olan
iki ineği neredeyse iki haftadır rehin tutuyor. Onun hengamesi bahçede yaşanan
"
Esengül
omuzlarını silkti. Umurumda değil görüntüsü çizdi her zamanki gibi.
"
alları yeşilleri seçmişsin. Haydi giy de günün de böyle şenlensin "
diyerek konuyu değiştirmeye çalıştı. Esengül'ün dudakları alayla kıvrıldı.
"
bize şenlikli bir gün, en son ne zaman nasip oldu hala" dedi.
"
Deme be guzum. Güzel olması için Bismillah çek bu yeni güne. Belki aydınlık
olacak bundan sonra ne bilirsin. Kötüyü çağırmak da ne. Az umut dilen, istekli
ol olmaz mı " diye karşılık verirken halası gözlerinde ışıldayan gözyaşını
hissettirmeye çalıştı. Çünkü kendisi de biliyordu söylediği sözlerin genç kıza
tesir etmeyeceğini.
Onun
için yeğeni yürüyen ölüydü.
Ağabeyinden
kalma iki emanetten biri dünya güzeliyken ruhu çekilmiş soğuk bir kız olup
çıkmış, diğeri ise güçlü ve paralı olduğu halde bir tek merhamet ve vicdan sahibi
olamamıştı.
•••••••
Soğuğu
can yakan Demirkazık dağının eteğinde bulunan küçük köyde, gün geceye gece güne
kavuştu.
İblis
ağanın gözüne girenlerin bacası tütüyor, kötülüğünden nasip alanların ise iki
baş hayvanın çıkardığı tezeklere bakıyordu bacalarından çıkacak olan duman.
Kimi
soğuk kimi sıcak geçirdiği gecelerden sonra, uzun zamandır ilk kez gülümseyen
güneşe merhaba demişti köylü. Kış günü iş olmadığı için evlerinde ya da ahırı
olan hayvanlarıyla vakit geçiriyordu.
Birkaçı
hariç. Ormanın içinde şu soğukta harıl harıl kuru odun toplayan o kişiler,
gaddar ağanın ağına takılan, Kör Ahmet'in oğlu, Garip Hasan için kolları sıvamış,
elli bin odunu toplamak için orman bekçilerine yakalanmamayı umut ederek
uğraşıyorlardı.
Toplanan
odunları köyün az ileri gelenlerinden sağladıkları iki traktöre
yüklediklerinde, hepsinin yüzünde aynı ifade vardı. Kimsenin ağzını bıçak
açmıyordu. Sanki konuştukları an yerin kulağı var da Halil ağa duyacak gibi
davranıyorlardı.
Şayet
duyduğu an gariban Hasan'a bile böylesi cezayı reva gören kim bilir kendilerine
ne yapardı kestiremiyorlardı.
Sesleri
çıkmadan, bedenlerini konuşturarak sadece işlerini yapıyordu her biri.
Nasıl
olsa topladıkları odunları iblis ağa kendilerine parayla satacağı için en iyisi
olmasına özen gösteriyorlardı.
Ekip
diktikleri toprak onundu. Allah'ın dağından süzülen, bağ bahçe suladıkları dere
bile onundu güya! Ormanda biten kuru odunlarda. Öyle bir sindirmiş, öyle bir
inandırmıştı ki milleti, sanki kendi kurduğu küçük devletin içinde baş kesendi.
Sessiz olmasalar ne yapacaklardı. Zamanında elbet karşı çıkmayı cesaret eden
çok kişi olmuştu.
Ona
karşı gelenlerden birkaç aile tabiri caizse arkalarına bakmadan büyük şehirlere
göç etmişti. Babayiğit gençlerden ikisi türlü oyunlarla hapise girmiş, biri de
faili meçhul bir cinayete kurban gitmişti. Bunları bilen köylü nasıl ses
çıkarabilirdi. Üstelik ülkenin durumu şehirlerde seksen darbesiyle hayli
karışıkken kim göçmeye cesaret edebilirdi, kendi topraklarından. Haydi cesaret
eden olurdu olmasına da otundan tut, çöpüne kadar borçlandıkları bu zalim adam
onları bırakır mıydı?
Elleri
kolları bağlıydı işte. Ancak böyle durumlarda birbirlerine sessiz sedasız
destek çıkabiliyorlardı. Aldıkları cezaların yükünü paylaşarak.
Şu
an yaptıkları gibi.
●●●●●●●
Esengül
yatağında yeni bir güne gözlerini açarken, diğer günlerden hiçbir farkı yoktu.
Güneş mi doğmuş, kış mı gelmiş, yaz mı bitmiş umurunda olmayan, adına yeni bir
gün dedikleri onun için sadece saatlerin geçmesinden ibaretti. Hep yaptığı gibi
oyalanmadı yatağında bu kez. Ayağa kalktı. Gardırobuna yöneldi. Eline aldığı
kadife kışlık elbiseyi, pijamalarını çıkardıktan sonra giydi. Saçlarına,
yüzüne, gözüne gelişi güzel çeki düzen verdikten sonra suratında hiç bozulmayan
aynı ifadeyle odasından çıktı. Başı dik, suratı asık bir vaziyette tek katlı
ahşap merdivenlerin kenarından tutunarak aşağı indi. Burası konağın girişi
sayılırdı. Dikdörtgen şeklinde geniş odayı salon olarak kullanıyorlardı. U
şeklinde dizilen üstünde yaldızlı örtülerin ve kırlentlerin bulunduğu ahşap
sedirler vardı. Kapının kenarında bulunan kuzine soba, ısıtma işlemini
fazlasıyla görürken, diğer odanın girişleri de buradan sağlanıyordu. Üst katta
bulunan dört odada kendileri uyurken biri ağabeyinin gizli odasıydı.
Salonun
ortasında yere serilen sofranın üstünde, bakır sinide kahvaltının çoktan hazır
olmuş olduğunu gördü. Sevgili ağabeyi! Ve halası çoktan oturmuş yemeye
başlamışlardı bile. Ağır adımlarla ilerleyerek tek kelime etmeden oturdu. Sofrayı
dizlerine çekip sininin üzerindekilere baktı. Onu gören yardımcılarından
Lütfiye ablası, onun bir şey demesine fırsat bırakmadan sobanın üstündeki
çaydanlıktan çayını doldurmaya başladı. Uykusuz gözlerini eli titreyerek çay
dolduran kadının üzerindeyken, ağabeyinin sesini duydu.
"İnsan
olan, yediği sofraya yerleşirken önce etrafındakilere hayırlı sabahlar
dileyerek oturur "dedi.
İçtiği
tütünlerden olsa gerek hırıltılı ve içinde hiç-bir duygu barındırmayan ses
sofraya zehir gibi aktı.
Ağabeyinden
tarafa başını çevirdi. Dudakları alayla kıvrıldı. Attığı zoraki gülme
sesi ile Lütfiye ablanın sofraya şıngırdatarak koyduğu bardak sesi yarıştı.
"Niye
ağam! Ben hayır dileyince sabahlarımız hayırlarla mı dolacak sanki" dedi
Sesi
kendinden emin olsa da gözlerinde ki yangın bir köyü yakmaya eşdeğerdi.
Halası
yıllardır bu duruma alışık olduğu için sadece kaşlarını kaldırarak engellemeye
çalıştı. Lütfiye abla yazmasını çekiştirerek anında mutfağa koştu. Sininin
tavanla buluşacağını bildiği korkuyla kaçtı.
Halil
ağa karşısında sesini yükselten kardeşinin yavaş yavaş kendisine benzediğine
içten içe sevinmiyor değildi. Kendisi gibi birini ister miydi? Onu da
bilmiyordu ama böylesi sanki daha cazip geliyordu. Aynı kanı taşıdığı
karındaşının güç ve irade sergilemesin hoşuna gidiyor, lakin bu gücü
başkalarının üzerinde denese iyi ederdi.
Kırk
yaşında olan Halil ağa hiç ölmeyeceğini sanıp hareket etse de ardında mezarını
kazıyarak onu yerleştirecek olan tek kişinin kardeşi olduğunu biliyordu. Şayet kardeş
demek onu sevmek bu demekse, yâni kendisine faydası dokunacağını hesap ettiği
kişilere duyuluyorsa bu sevgi, seviyordu kardeşini. Düşündüklerini hesap edince
bugün ki çıkışını görmezden gelebilirdi.
"Yemeğini
ye Esengül. Ye ki ağzın doluyken daha fazla asabımı bozmamı engelle"
diyerek önünde nerdeyse kuş sütü eksik olan kahvaltısını bitirmeye koyuldu.
Köylü açlık ile mücadele verirken.
Tıpkı
bedeni gibi ezelden yorgun olan dilini, daha fazla yorma gereği duymadı
Esengül. Yufkanın arasına koyduğu iki dilim peyniri sinirle ağzına götürdü.
Halil ağa gözünün altından kardeşinin yediği küçük lokmaya sinirle baktı.
Ömrü boyunca doğru olmayan gür Kaşlarını daha da çattı.
Elinde
tuttuğu çayın son yudumunu höpürdeterek içine çekip, yüzünün güldüğünü hiç
görmediği bacısını izlemeye koyuldu. Bedeni zayıf olsa da kırsal kesim olan bu
topraklara zıt beyaz teni dikkat çekerdi. Gün görmez güneş bilmez olunca,
normaldi haliyle. Soluk tenine inat tıpkı kendisi gibi simsiyah gür kaşları
vardı. Gür ama kalemle şekillendirilmiş gibiydi. Kendi sarı ve pörtlek
gözlerine inat kahverengi ve hafif yanlara doğru çekikti. Annesi badem gözlüm
derdi severken. Zaten annelerine benziyordu, bakışları buza dönüşmüş bacısı.
Güzeldi bacısı. Huyunu bilmeyenler, bakmalara doyamazdı. Görüyor duyuyordu.
Haliyle seviniyordu. Kapısı hatırı sayılı kişiler tarafından defalarca
çalınmış, hatta şehirden gelen önemli adamların bile uğrak yolu olmuştu evleri.
Bu duruma memnun kalsa da karşısında oturan kardeşi, gelenleri asık
suratı ile boş boş bakarak karşıladığı için geldikleri gibi gitmeleri de bir
olmuştu. Tüm uyarılarına rağmen, gelenleri bir şekilde göndermeyi başarıyordu.
Üstelik hiçbir şey yapmadığı halde.
Birde
kulağına dolan dedikodular olunca dişlerini sıkmaktan ağzına dökülmesi vardı ki
bu da bacısının suçuydu.
-Halil
Ağa'nın suratsızmış kardeşi.
-
kızın yüzünün ışığı sönmüş, ölü den farkı yok.
-Böyle
donuk bir kızı gelin edeceğime, döşeği boş kalsın oğlumun.
Bunun
gibi nice sözleri söyleyenlerin cezasını verse de bu kız bu şekilde olduğu
sürece güzellikte bir yere kadardı. O yüzdendir uzun zamandır gelip gidende
yoktu. Yaptığı uyarılara dikkat vermeyen kardeşinin evlenip gitmesi ya da
gitmemesi şimdilik umurunda değildi. Belki oda halası gibi yıllarını ona
adayarak bu evde onunla birlikte yaşayıp, birlikte yok olacaklardı.
Bunları
düşünürken son lokmayı ağzına atıp, elinin tersiyle ağzını sildi. Dizinde ki
sofrayı küfreder gibi itekleyerek ayağa kalktı. İşaret parmağını sallayarak
ortaya konuştu.
"Ben
meydana iniyorum. Sizde aşağı köydeki düğün için ikindin vaktine hazır
olun” dedi.
Kardeşinin
gözlerinin içine imayla bakarak "düğünde olması gerektiği gibi davran
" diye uyardı. Kardeşinin ve halasının konuşmasına fırsat vermeden, kapıya
yöneldi. Esengül tartışacak gücü kendinde bulmadığı için ses çıkarmadı bu kez.
Ağabeyi kapıdan çıkarken onun gözleri penceredeydi. Yine birileri eceline
susamış olacak ki avluda büyük bir ses kirliliği vardı. Halasına baktı,
bilmiyorum işaretini gördü. Neler olduğunu anlamak için ayağa kalkıp, pencereye
doğru yürüdü. Avlunun dış kısmında iki traktör kasalarında da yığınla odun
vardı. Etrafında biriken küçük kalabalık odunları indirmeye çalıştıkları için
bu kadar ses çıkıyordu.
Perdenin
kenarından asılırcasına tuttu. Yine bir köylünün itirazsız kabul ederek, bir
yığın odunu sanki zafer kazanmış gibi getirip, büyük tantana kopararak
göstermesine canı sıkıldı. Avlunun dışında ki çorak araziye el çabukluğu ile
indirilen odunları gördüğü gibi perdeyi hızla çekerek kapattı.
Hiç
gitmek istemediği Düğün saati gelene kadar odasına çıkıp, sessizliğine sığınmak
istedi. Halasına ve etrafındakilere bir şey demeden arkasını dönüp merdivenlere
doğru hızla yöneldi.
Arkasından
kafasını iki yana sallayarak gözleri dolan halasını bırakarak.
•••••••••••••
İkindi
vakti, yerini akşamın kızıllığına devrederken hava buz gibiydi. Esengül
gideceği düğün için hazırlık yaparken böyle bir havada insanların neden düğün
kurduğu hakkında kendince söyleniyordu. Onların ne kadar ahmak olduğunu dile
getirmekten her zaman ki gibi çekinmiyordu.
Üzerine
giydiği, bazı kesimleri ince pullarla işlemeli siyah kadife elbisenin içinde,
beyaz yüzü ve çekik kahve gözleriyle göz alıcı olduğunun farkında değildi.
Özenmeden hazırlanmış olmasına rağmen. Hazırlığı erken bitince, pencerenin
önünde oturmuş dışarıyı izlemeye başladı. Düşünceliydi ve bomboş geçen ömrünün
sonuna kadar böyle devam edeceğinin hesabını tutuyordu.
Kapısı
ağır ağır açılınca yüzünü dönme gereği duymadı. Çünkü biliyordu ki halasından
başkası değildi gelen. Halası iki omzuna ellerini koyunca yanılmadığını bir kez
daha anladı. İkisi de bir süre hiç konuşmadan, odanın penceresinden dışarıyı
izledi.
Şükran
hanım, yeğeninin pencere önünde düşünceli halini görünce yine içi acıdı. Bu
kızın bu evde telef olacak korkusu her geçen gün canını fazlasıyla yakıyordu.
Böylesi bir güzelliğin bu yaşta elem örtüsüne bürünmesini hazmedemiyordu.
Yine
siyahlar içindeydi yeğeni. Ne zaman toplu bir yere gitmeye kalksalar, giyerdi
gece renkli kıyafetlerini. Bilseydi siyahın içinde beyaz yüzünün nura
büründüğünü giymezdi, onu da bilirdi. Diğer kara çalı dediği yolunu çizmişti de
şu güzel böyle sönüp gidecekti ya en çok ona yanardı.
Omuzunu
tuttu. Hep yaptığı gibi içinden Allah’a, ona güzel yazgılar yazsın diye dualar
mırıldandı. Sonra da “Hadi guzum. Çıkalım ancak yetişiriz “dedi.
•••••••
Birkaç
kilometre ötede bulunan köyde, hatırı sayılır zenginlerden biri olan Abdullah
efendinin oğlunun düğünüydü bugün. İğne atsan yere düşmez dedikleri bir
kalabalık vardı. Köy meydanına kurulan düğünde çalan davul zurnanın sesi, yedi
köye ilan ediyordu kimin evlendiğini. Esengül ve halası kalabalığın arasından
oturacakları yere doğru ilerlerken üstlerine dikilen bakışların farkındaydı.
Esengül dersen hep yaptığı gibi başı dik, kibirli görüntüsünden asla taviz
vermeden yürüyordu. Ağabeyinin çalışanlarından biri onlara oturacakları masayı
eliyle yön verirken, kendilerinden önce gelen, ayak ayak üstüne atıp elindeki
bastonundan kuvvet alarak oturan ağabeyinin çoktan geldiğini gördü. Ses
etmeden, masada bulunan diğer iki kişiye selam dahi vermeyerek sandalyesini
çekip oturdu. Halası da hemen yanına oturdu. Halil ağa kardeşinin yürüyüşünü,
kendilerine doğru yaklaşmasını göz altından bakarak, yandan gülüşüyle izledi.
Ne derlerse desin aynı tarlanın tohumu, birbirinin aynısı olurdu işte. Yavaş
yavaş kendisine benzemekte ısrarcı kardeşi, pek ala güzel giyinmiş ilgi çekmeyi
yine becermişti.
.........
Esengül
saatlerdir önüne yığılan ikramların geliş gidişini ifadesiz gözlerle izlerken,
düğünden bi haberdi. Bu düğünün gelini kimdi? Damat nasıldı? Umurunda
bile değildi. Çalan çalgı sesleri beynini istila ettiği için bir an önce bu saçma
yerden gitmekten başka bir şey düşünmüyordu. Kendisini sessizliğe hapsetmek
onun için bin eğlenceden daha hayırlıydı. Artık daha fazla katlanamayacağını
anlayınca bunu dile getirmek için ağabeyine baktı. Elinde tuttuğu rakı
bardağıyla, yanındaki adama hararetle bir şeyler anlatan ağabeyinin kalkmaya
hiç niyeti olmadığını gördü. Halası dersen, yanına gelen birkaç kadını, göz
ucuyla kendisine bakarak savuşturmakla meşguldü. Tahminince Halasının yanına
yaklaşan kadınlar kendisinin namını henüz duymamış olanlardı.
Kaç
dakika sabredebilecekti daha kim bilir. Önünde ki masanın üzerine çıkıp canı
çıkana kadar bağırmak istiyordu. “Susun gayrı! hiç mi derdiniz yok. Hiç
mi tasa çekmezsiniz de gülüp oynarsınız." Gibi nice cümleleriyle yerle bir
olsun herkes diye içinden geçiriyordu.
Ağabeyi
iyice sarhoş olmuş, kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Keyfî yerinde
Halil ağa dan gitmeye dair hiçbir iz yoktu. Artık çatlamanın eşiğinde
belki de çalışanlarına kendisi söyleyip eve gitmeyi düşünürken istediği olmuştu.
Yardımcılarından biri hızla onların masasına doğru yaklaşıyordu. İki eli
birbirine bağlı telaşlı olduğu yüzünden belli olan, orta yaşlarda olan adam
hızla adımlayarak, ağabeyine doğru yaklaştı. Kıyamet kopsa ağabeyi böyle
keyifliyken kimse yanına yaklaşamazdı. Demek ki durum ciddiydi. İlk kez merak
etti. Dikkat kesildi.
Adam
ağabeyinin yanında önünü iliklerken, sol omzunun üzerinden kulağına doğru
eğilerek bir şeyler fısıldadı. Esengül davul zurna sesinden bir şey
anlamadığını gözlerini kısarak belli etti. Halil ağa kendisine doğru
yaklaşan adamını, tek kaşı havada beklerken, kulağına söyledikleri ile hızla
ayağa kalktığı gibi elindeki rakı bardağını masaya çarptı. Olup biteni
şaşkınlıkla izleyen kendisi ve halasına "gidiyoruz acele edin"
diye kükreyince ikiletmeden, hızla ayaklandılar.
Belli
ki kıyamet yakındı. İçinde dünyası olmayan birine varsın kopsundu o kıyamet.
Geldikleri
düğün evi, çiftliklerine birkaç kilometre uzaklıktayken, arabanın içindeki
gerginlik hissedilir derecedeydi. Ağabeyi öndeki arabanın içindeyken, genç kız
ve halası da peşlerinden takip ediyordu. Görkemli taş evleri bulundukları
yokuşun tepesindeydi. Yol bitimine yakın halası ile göz göze geldi. Büyükçe bir
yangın gecenin karanlığını aydınlatırken is kokusu arabanın aralık camından
içeri dolmaya başladı. Hayatı boyunca halası dışında kimseye hiçbir
ifadesini belli etmeyen, hiç kimseyle tek kelime konuşmayan Esengül, sesinin
titremesine mâni olamadan arabayı kullanan adama sordu.
"Bu
" diyerek işaret parmağı ile büyük alevlerin yükseldiği yeri gösterdi.
"Bu
dev yangın bizim evden mi çıkıyor “diye sordu.
Arabayı
kullanan adam, belki de genç kızın sesini ilk kez duyuyordu. O yüzden biraz
şaşırdı. Dikiz aynasından buğulu gözleri sakinleştirmek için rahat olmaya
çalışarak cevap verdi.
"Yok
hanımım korkmayasın eviniz yanmıyor. Nedenini çözemedik ama büyük avlunun içine
yığılan odunlar var ya! hani bugün, şu garip Hasan'ın getirdiği. Onlar
tutuşmuş. Ee kuru çam olunca ondan büyüklüğü alevlerin “ dedi.
"Durup
dururken nasıl tutuşmuş. Biz çıkarken bir şey yoktu " diyen halası da
şaşkındı.
"Vallahi
bizde bilemedik. Siz düğündeyken ateşin önünü çevirdiğimizde, baktık gaz yağı
bidonu vardı. Kim nasıl cesaret ettiyse artık, asıl yangın odunlar sönünce “dedi
adam sıkıntıyla.
Kim
nasıl böyle bir şeye cesaret edebilirdi. Hem de İblisin kendi çöplüğünde. Adam
doğru söylüyordu. Belli ki büyük yangın tüm alevler köz olunca çıkacaktı. Araba
eve doğru yaklaşınca canla başla yangını söndürmeye çalışan köylünün bağrışları
geliyordu.
Adam
arkasını dönüp “hanımım arabayı burada durduralım. Ne olur ne olmaz. Eve kadar
yürüseniz uygun olur mu “dedi. Onay aldıktan sonra hep birlikte aşağı
indiler. Halası Esengül’ün elbisesinden ötürü “kızım sen yavaş yavaş gele
dur" diyerek önden koşarcasına giderken, şoför de peşindeydi. Acele etmeye
çalışsa da Esengül, düşünceli tavrından ötürü adımları sakindi. Gözü gökyüzüne
kızıllığını ilân etmiş yangında, toprak yolda hafif yokuş yukarı yürüyordu.
Adamın
dediği şayet doğru ise bugün getirilen odunları yanması, tesadüften ötesi
olabilir miydi? Kaç traktör odun vardı orada. Allahtan boş arazide ve
avlunun duvarlarından dolayı evlerine yaklaşmamıştı.
Eğer
bu dev yangını biri çıkarmış ise kesin intihara meyilli biriydi. Yoksa kim
İblis dedikleri birinin ocağına, ölmek dışında şer saçmaya gücü yeterdi.
Yolun
kıvrımını geçince, evlerinin yoluna girecekti ki kulağına gelen nal sesiyle
olduğu yerde dikkat kesilerek kenara çekildi. Köylülerden biriydi muhtemelen.
Nal sesleri hızla kendisine doğru yaklaşınca telaşlı olduğunu varsayarak
yangından dolayıdır diye düşündü.
Nal
sesi yaklaştı ve yaklaştı tam dibinde durdu. Yolun kenarında yürüdüğü halde,
neredeyse üstüne çıkacaktı. Korktu. Histerik bir şekilde elini hızla atan
kalbinin üstüne koydu. Kendisini korkutan kişiyi azarlamak için başını kaldırdı
baktı.
Her
kimse kafayı yemiş olmalıydı. Derken o dengesiz at ve sürücüsü hemen dibinde
tozu dumana kattığını gördüğünde önce atın beyaz olması dikkatini çekti.
Bildiği
kadarıyla bu köyde böyle atın olması imkânsızdı. Eğer olacaksa da kendi
ahırlarının dışında olması mümkün değildi. Yoksa ağabeyi nasıl gözden
kaçırabilirdi böylesine güzelliği.
Atın
güzelliğini inceledikten hemen sonra merakla gözlerini sahibine çevirdi. Yanlış
gördüğünü varsayarak gözlerini kapatıp tekrar açtı. Hemen dibinde gecenin
zifirinde ay gibi parlayan atın sahibi, tam aksine simsiyahtı.
Salkım
saçak siyah giyindiği kıyafetleri yetmezmiş gibi bir de yüzüne kara bir peçe
takmıştı. Bu kişi ya da her ne ise o da baştan aşağı kendisine bakıyordu.
Saniyelik
göz süzmelerinin ardından, sanki atıyla kendisinin üzerine yıldırım düşmüş gibi
irkilerek, yularından asıldığı gibi hızla uzaklaştı.
Sahibinin
mi görüntüsü mü yoksa atın güzelliği mi Esengül’ ü böylesine dehşete düşürmüştü
bilinmez. Eli hızla atmaya devam eden kalbinde, gözleri giden Kara Peçe’nin
arkasında öylece kalakaldı.
.......
Halil
ağa yangını izlerken sağa sola küfür yağdırıyor, kimin böyle bir şey yaptığını
hiddetle sorgularken, o kişinin aynı zamanda ölüm fermanını imzalıyordu. Önüne
gelene tekme atıp, adamlarına emir verirken gözlerinden çıkan ateş bir köyü
ateşe vermeye yeter de artardı. Mutlaka bir delil olmalıydı. Yoksa gökten
tepesine ateş yağacak değildi ya! Son bağırışını hiç suçu olmayan -yangını
söndürmeye çalışan bir köylüye hediye ederken gözü avlunun demir kapısında takılı
kaldı.
Koca
avlunun kendi gibi yüksek olan kapısının üzerinde ki yazı görülmeyecek gibi
değildi.
Üstelik
bu yazı kırmızı bir boya hatta kanla yazılmış gibi duruyordu. Emin olmak için
adamları ile birlikte biraz daha yaklaştı. Ortalık yangından ötürü aydın olunca
fenere gerek kalmadı.
Günahlarının bedelini ödemeye hazır mısın
kancık ağa.
Her harfin altına doğru sızan kan rengi, gecenin tonunu anında değiştirdi. Nefesler tutuldu. Kimseden çıt dahi çıkmadı