9. Bölüm

1910 Kelimeler
Parmağım kapatma tuşunda öylece kaldı. Ne olacaktı ki, doktor bey biraz sıkı olsaydı? Hem olmasa bile ne fark ederdi? Alt tarafı biraz araştırma yapmıştım. Telefonu tekrar kulağıma götürüp, sesi şaşırmış gibi yaparak, “Arkandan iş çevirmek mi?” diye sordum. “Evet, arkamdan dolaplar çevirmişsin! Yeni avukatım Ezgi Hanım,” dedi, kelimelerine vurgu yaparak. “Ali, bu yaptığım arkandan iş çevirmek falan değil. Arkandan iş çevirebilmem için ortak paylaşımlarımızın olması lazım. Tahmin edersin ki biz arkadaş bile değiliz. Sadece seni biraz araştırdım. Sebebini öğrenmek istiyorsan görüşelim.” “Bilgilerin esas sahibiyle iletişim kurmak yerine ondan habersiz özel alanlarına girmeye çalışıyorsan, bu arkadan iş çevirmek olur. Sebebini öğrenmek istiyor muyum? Hayır!” Cümlesini bitirir bitirmez kulağıma gelen “dıt… dıt… dıt…” sesiyle dona kaldım. Çok aşırı tepki vermiyor muydu? İkimiz de bir cinayetin peşindeyiz. Evet, benim ona ihtiyacım vardı; Karahan ailesinin içine sızabilmem için ona çok ihtiyacım vardı. Babamın cinayetinin ucu o aileye dayanıyordu ve onlara yakın olmam gerekiyordu. Annesinin cinayetinde bile… Evet, annesi. Hemen telefonun mesaj bölümüne girip hızlıca yazmaya başladım. Alıcı: Ali Karahan Her şeyin mantıklı bir açıklaması var. Ben eve geçiyorum, konuşmak istersen gelebilirsin. Sonuçta senin de bana ihtiyacın var. Onun da bana ihtiyacı vardı. Annesinin cinayetinde babamın ismi geçiyorsa, benimle görüşmek zorundaydı. Büyük ihtimalle yardım etmek istemesinin sebebi de buydu — tabii her şeyin sorumlusu o değilse. Ama eğer oysa… beni göz önünde tutmak zorunda değil miydi? Bu işte ister istemez beraberiz, Ali Karahan. İlk gördüğüm taksiyi çevirip Beşiktaş’taki yalının adresini verdim. Artık her şeyle yüzleşme zamanıydı. Babamın bu davada adı geçtiyse, çalışma odasındaki belgelerde mutlaka bir iz olmalıydı. Belki de daha fazlası… Artık çocukça davranıp saklanamazdım. İstanbul trafiği canımdan can alırken, tam bir buçuk saat sonra eve varabildim. Gösterişli, beyaz demir kapının önünde taksiden iner inmez korumaların şaşkın bakışlarıyla karşılaştım. “Hoş geldiniz, Ezgi Hanım,” diyerek kapıyı açan korumaya hafifçe gülümsedim ve içeri girdim. Yalının kapısına vardığımda, kapıyı kocaman gülümsemesiyle açan Ayfer teyzenin kızıl saçlarının döküldüğü boynuna sarılıp, kıkırdarken “N’aber Ayfi?” dedim. “Kuzum! Hiç beklemiyordum seni, şaşırdım vallahi.” “Aşk olsun Ayfi, gelmese miydim?” “Kız saçmalama, ev senin!” Kahkahalarla beni içeri buyur etmesiyle, göğsüme oturan öküze bir merhaba çaktım. Ne olursa olsun güçlü olacaksın, öküzcüğüm… bugün hiç şansın yok. “Karnın aç mı kuzum?” “Aç değilim ama yemeklerini özledim valla,” dedim, salona doğru ilerlerken. “Hemen hazırlarım şimdi.” Mutfağa yönelmesiyle koluna yapıştım. “Yok tontonum, akşam misafirimiz var. Ona göre bir şeyler hazırla. Onunla beraber yerim.” “Tamam kızım, sen nasıl istersen.” Yanağına sulu bir öpücük kondurup, “Benim yukarıda biraz işim var. Misafirim gelirse salonda beklet,” dedim. Altın kaplama korkulukları olan merdivenlerden hızlı adımlarla çıkıp babamın çalışma odasına yöneldim. Babam, lükse ve gösterişe düşkün bir adamdı. Ben ise tam tersi — gösterişten uzak, renkli dünyamda yaşardım. Yaşardım… renklerimi çalmadan önce. Artık kararmıştım; renklerim gibi solup gitmiştim. Çalışma odasının beyaz, altın detaylarla süslenmiş kapısını açıp hızla içeri girdim. Koyu kahvenin hâkim olduğu oda boğucu bir havasızlıkla doluydu. Kahverengi masanın arkasındaki boydan cama doğru ilerleyip pencereyi açtım. İçeri dolan deniz kokusunu derin bir nefesle içime çektim, sonra etrafı süzmeye başladım. Masanın karşısındaki duvarı kaplayan deri kahverengi koltuk, odadaki ağır kokunun kaynağıydı. Derinin o buram buram yayılan kokusu, havasızlığın sebebini açıklar gibiydi. Sağ duvardaki büyük tabloysa dikkatimi çekti: Büyük kahverengi gözlü bir kadının yüzü ve o gözlerden süzülen iki damla yaş. Resimdeki kadın öylesine güzeldi ki, bir an için zaman durdu sanki. Gözlerim masanın altındaki dolaplara kayınca hemen karıştırmaya başladım. Ivır zıvır kâğıtlardan başka bir şey çıkmaması sinirlerimi gerdi. Sonunda laptopu açmaya karar verdim. Bilgisayar açılırken gözlerim odayı taradı; “Belki bir kasa vardır” diye düşünüyordum. Ekran açıldığında karşıma çıkan parola ekranıyla bir an donup kaldım. Ne parolası, reis ya! Ne yapmış olabilirsin parolayı? Şirketin kurulduğu yıldan, kendi doğum tarihime kadar aklıma gelen tüm tarihleri denesem de maalesef açılmadı. En son annemin ismini denedim; girişe bastığımda bilgisayar ekranında “Yükleniyor…” yazısı belirdi. “Bu kadar mı?” diye mırıldandım, ekrana kilitlendim. Bu kadar mı seviyordun, baba? Seni terk eden kadına benzeyen birinin resmini duvarına asacak kadar mı? Şifreni onun ismi yapacak kadar mı? Onu unutmamak için elinden geleni yaparken, ondan sana kalan bir parçana neden yüz çevirdin? Sorularımı cevaplayacak bir baba olmadığı için bilgisayara yönelip işime yarar bir şeyler aramaya başladım. Yarım saat kadar laptopla uğraşmış olsam da kayda değer hiçbir şey bulamadım. Bu adam çalışma odasına neden hiçbir şey saklamamıştı ki? Ayağa kalkıp tabloya doğru ilerlerken kapı çalındı. “Gel” komutumla Ayfer teyzenin yüzündeki tebessüm görüş alanıma girdi. “Kuzum, misafirin geldi, seni bekliyor.” “Tamam Ayfer teyze, geliyorum, birazdan,” diyerek onayladım. O da kapıyı kapatıp odadan ayrıldı. Kocaman kahverengi gözleri olan kadının gözyaşlarında parmaklarım gezinirken, gözlerimi kapattım. Sakladığın burada değil mi, baba? Bu tabloda... ya da annemde. Bir yerde bana mesaj bıraktığına eminim. Mesaj yerine neden bana kendin anlatmadın? İlle çabalamam mı lazımdı? İlle yorulmam mı gerekiyordu? Ancak bu şekilde senin kızın olduğuma ikna olurdun, değil mi? Tabloyu yavaşça asılı olduğu yerden indirip duvara baksam da hayal kırıklığına uğradım. Ama yılmak artık bana göre değildi. Son bir umutla tabloyu ters çevirdiğimde, arkasına yapıştırılmış iki kartvizit gözüme çarptı — biri siyah, diğeri beyazdı. Merakla elime alıp incelemeye başladım. Siyah kartvizit: Sokağın Çocukları Boş yapmaya gelenlerin topuğuna sıkarım. Fezo & Kesik GSM: 053******** – 054******** Adres: Sokaklar... Baba, benimle dalga mı geçiyorsun? Siyah kartı arka cebime koyduktan sonra beyaz olanı elime aldım. Beyaz kartvizit: Süleyman Saatçilik GSM: 054******** Adres: Rab Caddesi, Adile Sokak No:9 Söke / Aydın Hadi bakalım, çık çıkabilirsen... Derin bir nefes aldıktan sonra tabloyu yerine astım, kartvizitleri telefon kılıfımın içine gizledim ve odadan çıktım. Elinde viskisiyle tekli koltukta oturan Ali’yi görür görmez yüzüme samimi olmayan bir gülümseme yerleştirdim. “Hoş geldin. Merak etmediğini söylemiştin.” Viskisini zigon sehpaya bırakıp ayağa kalktı. Adımlarının rotası beni bulurken, dolgun dudakları aralandı: “Merak ettiğim şey, sana neden ihtiyacım olduğu.” “Bence bunu sen daha iyi biliyorsun.” Adımları ayaklarımın ucunda durduğunda nefesleri yüzüme çarpıyordu. O an, “ölmek” denilen şeyin bu olduğunu anladım: öldürücü bakışların ardından gelen sıcak soluklar… Bu, benim kalbimi durdurmaya yetebilirdi. “Senin de bana ihtiyacın var.” “Var,” dedim; koyu kara gözleri üzerimde hâkimiyet kurarken. Keşke olmasa… ama var. Sıcak solukları odaklanmamı engellerken, kalbim göğüs kafesimi parçalayarak dışarı fırlayacak gibi atıyordu. İşaret ve başparmağı çenemi kavradığında derince yutkundum. “Bu işte beraber miyiz?” dedi; kısık, koyu karaları parlıyordu. “Beraberiz,” dedim, zor çıkan sesimle. “O zaman...” dedi ve bir adım gerilediğinde derin bir nefes aldım. Kanepeye doğru ilerlerken onu izlemeyi tercih ettim. Cidden iri ve fit bir adamdı. Hele poposu... sıkıydı vallahi. Ne diyorum ben ya, adamın poposundan bana ne! Kollarını hafifçe açıp kanepeye oturduktan sonra devam etti: “Kuralları konuşalım.” “Ne kuralı?” dedim, karşısındaki tekli koltuğa yönelirken. Tam o sırada Ayfer teyzenin sesi ilişti kulaklarıma: “Ezgi kuzum, sofra hazır, buyrun.” “Yemekte konuşalım o halde.” Ali’nin “Olur,” demesiyle birlikte yemek salonuna geçtik. Ayfer teyze yine marifetini konuşturmuş, masayı donatmıştı. Ben bildim bileli evin bir parçasıydı; bir çalışan değil, neredeyse annem gibiydi. Eli öyle lezzetliydi ki, sofradan aç kalkmak mümkün değildi. Kırmızı şarap eşliğinde yemeklerimizi yerken konuyu açan ben oldum: “Evet, şu kurallardan bahsedelim.” Boğazını temizlemesiyle birlikte kalın, tok sesi çalındı kulaklarıma. “Öncelikle birbirimizden sır saklamayacağız. Arkadan iş çevirmek yok. Bir derdin varsa gel, benimle halledersin meseleyi.” “Arkandan iş çevirmedim, Ali. Senin olayını bilmeden seninle nasıl iş yapabilirim? Araştırma yaptım sadece.” “Yapma, direkt bana sor,” dedi sert bakışlarla. “Peki, anlat o zaman. Çünkü benim kafam çok karışık.” “Ne öğrendiysen hepsi doğru. Tımarhanede yattım. On ay… babamın oyunları.” Dedi ve kadehini dudaklarına götürüp tek seferde içti. “Peki neden? Ne oyunu? Gerçekten baban mı öldürdü anneni?” Sorularımı art arda dizip cevap beklerken o, kadehine şarap doldurmakla meşguldü. “Evet. Annemi babam öldürdü. Babanı da babam öldürdü. Neden, nasıl, ne oyun çeviriyor bilmiyorum. Bunları beraber öğreneceğiz.” Şarabı hızla yudumlayıp kadehi sertçe masaya koydum. “Nereden biliyorsun?” dedim, sorgulayan bakışlarla. “Gözümün önünde öldürdü.” Soğuk bakışları üzerimde gezinirken şok içinde ona bakıyordum. Annesi, gözünün önünde mi öldürülmüştü? Babası tarafından? “Ciddi olamazsın.” “Ciddiyim,” dedi soğuk bir tavırla. “O zaman niye kaçtın? Niye babanla görüşüyorsun?” “Kaçmadım, Ezgi. Gittim. Gitmek zorundaydım. Düşmanımı yakınımda tutuyorum; mesele bu. Başka sorun?” “Peki, benden ne istiyorsun?” dedim, sesimde sabırla sinirin birbirine karıştığı o ince çizgi vardı. Ali, sandalyesinde hafifçe geriye yaslandı. Kadehi parmaklarının arasında çevirirken gözlerini üzerimden bir an bile ayırmadı. O kadar uzun baktı ki, o bakışta boğulacak gibi oldum. Derin bir nefes alıp viskisinden bir yudum aldı, ardından başını hafifçe eğerek konuştu. “Senden bir şey istemiyorum,” dedi. Sesi hem yorgun hem de soğuktu. “Senin baban öldü, benim annem. Katilleri aynı. Birini kanıtlarsak diğeri de çorap söküğü gibi gelir. Ama annemin dosyasından hiçbir şey çıkmıyor. Annemin cinayetiyle babanınkine sebep olan şeyin ortak olduğuna inanıyorum. Babam suçu babana atmaya çalıştı. Bunun bir sebebi olmalı… muhtemelen aralarında bir ilişki vardı.” O anda bir anlığına elimdeki çatal durdu. Gözlerimi kısıp ona baktım. “Sanmam,” dedim, dudaklarımın kenarına iradem dışında gelen bir alayla. “Neden?” “Çünkü babam hâlâ annemi seviyor. Başka biriyle birlikte olmamıştır bence.” Ali kısaca güldü — o kısa, alaycı nefes dudaklarının arasından çıkarken tenimde soğuk bir ürperti gezindi. “Orası hiç belli olmaz. Senin baban da çok masum değil,” diyerek kadehini dudaklarına götürdü, gözlerini ise benden ayırmadı. “Peki, dediğin gibi olsun,” dedim, sesi titreyen bir sabırla. “Babamla neden tartıştın? Onu niye tehdit ettin?” Önündeki tabağı ileriye itti. “Yemek için teşekkürler ama artık gitmeliyim,” diyerek ayağa kalktı. Sandalyenin zeminde çıkardığı gıcırtı, havadaki gerilimi bıçak gibi kesti. “Sır yok,” dedim, istifimi bozmadan ama sesimin altına bir damla tehdit serpiştirerek. Sıkıntılı bir nefes verdi; geniş omuzları gergindi, parmaklarını sıktığını fark ettim. Salona doğru adımlamaya başladığında hızla yerimden kalkıp peşine takıldım. Bedenini kanepeye bırakırken tam karşısına geçtim; ellerimi belime koydum, gözlerimi onunkilere sapladım. “Evet, anlat hadi, yorma beni.” Bir süre sustu. O sessizlik, o kadar ağırdı ki, kalbimin atışı bile duyulacak kadar yankılandı. Sonra o cümleyi kurdu: “Baban beni tahrik etti, Ezgi,” dedi, gözlerini kısmış hâlde. “Annemle yattığını söyledi.” Ne?! Dünya bir anlığına dönmeyi bıraktı. Kanım çekildi, kulaklarım uğuldadı. Cinayet sebebi olabilir mi? Bence olabilir. Ama ya Ali... oyun mu oynuyorsun? Hedef mi şaşırtıyorsun, yoksa gerçekten her şey bu kadar kirli mi?.. Bir baba, oğlunun önünde karısını öldürüyor ve suçu sevgilisine atıyor. Ama sevgilisi aklanıyor, oğlu karalanıyor. Babası, oğlunu kurtarmak yerine tımarhaneye sokuyor. Gerçek olabilir mi bu? Bir insan neden çocuğuna bunu yapsın? Hem de Kalender Karahan gibi biri… Meşhur iş adamı Kalender Karahan, en büyük oğlunu anne katili diye damgalayıp tımarhaneye tıktı. Hiç gerçekçi değildi. “Anladım,” dedim sessizce. Ali ayağa kalktı; gölgeler gibi ağır adımlar atıyordu. “Sıra bende,” dedi. “Sorgu sırası mı?” dedim dudaklarımın kenarına alay yerleştirerek. “Hayır,” dedi ve karalarını, kahvelerime kilitleyip bir adım daha yaklaştı. “Senden bir söz istiyorum sadece.” “Tabii,” dedim kendimden emin bir tavırla. “Bana asla yalan söylemeyeceksin. Söz mü?” Kara hareleri kahvelerimi istila ederken, boğazımda bir düğüm oluştu. Ne söyleyeceğimi şaşırdım. Ona tabii ki yalan söyleyeceğim. Ona güvenmiyorum. Katilin o olabileceğini düşünürken ona şeffaf olamam. Ama bunu bilmesine gerek yok, değil mi? “Söz veriyorum, Ali Karahan. Sana asla yalan söylemeyeceğim.” ‘Asla asla deme,’ bunu sen söylemiştin, Ali Karahan…
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE