Bilinmezlikler birbirini kovalıyor, sırlar serbestçe dolaşıyor; güven kelimesi artık sadece bir kelimeden ibaretti. Yalanlar, uslanmaz bir çocuk gibi etrafımda dolanıyor, benliğimi kaybettiğim o karmaşanın içinde kendimi bulmak için çırpınıyordum. Bu kaosun sonunda ya aklımı yitirecektim ya da tamamen kendimi.
Herkesin bir hikâyesi, bir sırrı ve bolca yalanı vardı. Bu hikâyede kim suçluydu? En masum olan mı, yoksa “ben suçluyum” diye bağıran mıydı?
Bilmiyorum ama tek bildiğim; kimseye güvenmeyecek olmamdı.
O kadar paranoyak olmuştum ki Hande’yi bile sorgular hâle gelmiştim. Belki de onu bile sorgulamam gerekiyordu. Belki değil, kesinlikle sorgulamam gerekiyordu. Kendimden başka kimseye güvenmemek felsefem hâline gelecekti sanırım.
Şirkete geldiğimizde, “Sen arabada bekle, Hande” diyerek kapının kulpuna uzandığımda Hande’nin serzenişleri çalındı kulağıma.
“Emin misiniz? Yanınızda size destek olabilirim.”
Destek olmak mı? Neyine destek olacaksın?
Sorgulayan bakışlarımı üzerinde gezdirince rahatsızca kımıldandı.
“Gerek yok, ben hallederim,” dedim ve serinliğin hâkim olduğu arabadan inmemle birlikte, güneşin sıcaklığını iliklerime kadar hissettim. Kutup ayısının sıcağı bulması gibiydi bu his.
Hızla hastanenin girişine doğru ilerlerken içim panik duygusuyla doldu. Sanki biri her an çıkıp, “Senin ne işin var burada?” diye soracak gibiydi.
Bu kişinin Ali olabileceği ihtimaliyle paniğin yerini korku aldı. Bu adam ortada yokken bile bana nasıl korku salabiliyordu ya? Asıl korkması gereken kişi o iken, ben niye korkuyorum? Kendine gel, Ezgi.
Onlar senden korkacak... az kaldı.
Kendine eziyet etmeyi bırak ve güçlü ol.
Bu yolda yalnızsın, unutma.
Hastanenin serin koridoruna adım atar atmaz derin bir nefes aldım. Aldığım nefes, soluk borumda acı bir serzeniş gibi yankılandı. Buranın havası da kokusu da diğer hastanelerden çok farklıydı. Acı kokuyordu buram buram; sessiz çığlıklar, toz bulutu gibi kaplamıştı soğuk havayı. Ürperen tüylerim, beni adım atmaya zorlar hâle getirmişti. Sağ elimi sol koluma götürüp sıvazlarken, ağır adımlarla bilgi alabileceğim danışmaya doğru ilerledim.
Yüksek, beyaz masanın ardında somurtan bir çift kahverengi göz karşıladı tereddütlü bakışlarımı.
“Buyrun,” dedi, bıkkınlığın hâkim olduğu sesiyle.
“Merhaba, tam tarihi bilmiyorum ama bir dönem yakın bir arkadaşım burada tedavi görmüş. Onunla ilgili doktoruyla görüşmek istiyorum, mümkünse.”
“İsmi?” dedi, baygın bakışlarını bilgisayar ekranına çevirip.
“Ali Karahan.”
Bu ismi söylememle birlikte, baygın bakışları birden canlanıp yüzümü buldu. Kaşları çatık bir hâlde bana bakarken telefonu eline aldı ve ancak o zaman bakışlarını üzerimden çekebildi. Vücudumda hissettiğim şüphe duygusu giderek ağırlaşıyor, tüylerim bir kez daha ürperiyordu.
“Merhaba, doktor bey. Bir bayan geldi, Ali Bey’le ilgili sizinle görüşmek istiyor... Bilmiyorum.”
Elini telefona kapatıp, “İsminiz ne?” diye sordu.
“Ezgi Özdemir.”
Alt dudağıma işkence ederken, doktorun benimle görüşmesi için içimden dualar ediyordum.
“Ezgi Özdemir... Tamam, doktor bey.”
Telefonu kapatmasıyla birlikte, “İkinci katta, Yavuz Özyiğit sizi bekliyor,” dedi.
Zafer çığlıklarım içimde yankılanırken hızla sağımdaki merdivenlere yöneldim. Doktorun odasına yaklaştıkça içimde inanılmaz bir duygu patlaması hissediyordum: korku, endişe, panik, heyecan... Hepsi birbirine karışmıştı.
Korkumun sebebi, Ali’nin benim onu araştırdığımı öğrenme ihtimaliydi.
Doğruyu söylemek gerekirse, dün akşam söyledikleri beni derinden sarsmıştı. Gözünü bile kırpmadan, hatta zevkle birini öldürebilecek bir adamın sözleri hâlâ kulaklarımda çınlıyordu.
Endişem, doktorun bana bilgi vermeyecek olma ihtimalindendi.
Panik sebebim ise... belki de çok daha büyüktü.
Ya doktor, Ali’ye benim burada olduğumu haber verirse? Ya bir anda kapı açılır ve o odaya dalıp, “Ne işin var lan senin burada?” diye bağırırsa?
Bu düşünceler beynimde dönüp dururken, kalbimin atışlarını bastıracak nefes bulamıyordum.
Heyecanımın sebebi ise öğreneceğim bilgilerdi. Sır perdelerinin bir kısmını aralayacak olmak beni fazlasıyla heyecanlandırıyordu.
Kapıyı iki kez tıklattım. İçeriden gelen “Gel,” sesiyle birlikte buz mavisi kapıyı araladım ve kendimden emin bir şekilde içeri girdim.
Ekru tonlarının hâkim olduğu oda oldukça ufak ve boğucuydu. Küçük cam masanın ardındaki koca ela gözlerden yayılan sıcaklık, içimdeki panik duygusunu halının altına süpürmüştü.
“Hoş geldiniz, buyrun,” dedi; masasının önüne karşılıklı yerleştirilmiş ekru sandalyelerden sağdakini işaret ederek.
“Hoş bulduk,” dedim. Sandalyeye oturup sağ bacağımı sol bacağımın üzerine attım. Omuzlarım dikti, kendimden emin bakışlarımı o koca ela gözlere kilitledim.
“Ali için gelmişsiniz.”
“Evet,” dedim kararlı bir sesle. “Ali, benim yakın bir arkadaşım ve aynı zamanda müvekkilim. Psikolojik sorunları olduğunu biliyorum. Dava dosyasına yeni atandım. Ali Bey’in hastane raporlarına ihtiyacım var, bu nedenle sizi ziyaret ettim.”
Bana öyle bakmayın… savaşta her şey mübah.
“Öyle mi?” dedi; düşünceli bakışları üzerimde gezinirken. “Hasta bilgilerini, hastanın haberi olmadan sizinle paylaşamam. Ali Bey’le bir görüşme sağladıktan sonra raporları alabilirsiniz.”
Halının altına süpürdüğüm panik duygusu bir anda yerinden kalktı; şimdi çıplak bir korku gibi ortadaydı.
“Ali’nin haberi yok buraya geldiğimden,” dedim hızlıca. “Hastalığını gizlemeye çalışıyor, kendince.”
İçimde avaz avaz bağıran panik duygusunu bastırmaya çalışarak saçmaladığımı fark ettim. Omuzlarımı dikleştirip vereceği cevabı bekledim.
“Ezgi Özdemir Hanımefendi, Ali’nin hem doktoru hem de yakın bir dostuyum. Avukatı Didem Şengül işinin ehlidir; ne oldu da dosyayı siz devraldınız? Hem devralmış olsanız bile raporlar zaten dosyada mevcut. Şimdi lütfen, ne amaçla geldiğinizi dürüstçe anlatın.”
Kuyruğumu hâlâ dik tutmak istesem de faka basmıştım.
“Bakın,” diye başladım söze. “Ben sadece Ali’nin hastalığıyla ilgili bilgi almak istiyorum. Sebebi Ali’yle benim aramda. Hasta mahremiyetinin farkındayım, o yüzden doğruyu söyleyemedim.”
Duygularımı bastırma konusunda gayet iyiydim. Babamın bana bıraktığı yegâne miras buydu sanırım.
“Bunu Ali’yle konuşmalısın,” dedi Yavuz, gözlerini üzerimden ayırmadan. “Dediğin gibi mahremiyet önemli. O isterse sana anlatır. İyi günler dilerim.”
Ayağa kalkmasıyla birlikte ben de refleksle ayağa fırladım. O istemese bile, aslında bana bilgi vermişti ama bunun farkında değildi.
“Peki Yavuz Bey, iyi çalışmalar dilerim,” dedim ve hızla çıktım odasından.
Hastaneden çıkmamla birlikte, arabanın önünde sohbet eden Hande ve Oktay çarptı gözlerime. Hızla yanlarına ilerleyip, “Oktay, Hande’yi şirkete bırak,” diye emrettim.
“Sen gelmiyor musun?” diye sordu Oktay, tereddütle.
“Benim birkaç işim var, siz şirkete geçin,” dedim.
İsteksizce başını sallayıp arabaya bindiler. Onların uzaklaşmasıyla ilk gelen taksiyi çevirdim.
Yolda, eski okulumdan bir öğretmenimi aramak üzere telefonumu elime aldım.
ARSLAN ÜNİVERSİTESİ
Bir dönem… evet, o bir dönemdi.
Babam ekonomi okumam için ısrar ederken, ben ille de hukuk diye tutturduğum; ama okulu ilk senesinde bırakıp görsel sanatlara geçtiğim o dönem...
Her ne kadar üzücü olaylar yaşamış olsam da, beni büyüten, olgunlaştıran dönemdi o. Kendi kararlarımı vereceğime yemin ettiğim o yıllardan bu ana nasıl ışınlandım, pardon? Yine aynı okulun bahçesindeyim.
Yine ne yapacağımı bilmez bir hâlde.
İsmail hocamın odasına ulaştığımda kapıyı tıklattım.
“Gelebilirsin,” sesi geldi içeriden.
“Hocam, nasılsınız?” dedim. Günler sonra ilk kez içten bir gülümseme yüzüme yerleşmişti.
“İyiyim kızım, geç otur,” dedi.
İsmail hocam kırk küsur yaşlarında, oldukça tatlı bir adamdı. Öğrencilerine çok düşkündü; hepsinin ismini, yüzünü, ses tonunu hafızasına kazırdı. Ufak tefek boyu onu yaşının altında gösterse de, düşünceleri ve konuşma biçimi yaşının çok ötesindeydi.
“Pek iyi sayılmam hocam. Biliyorsunuzdur olayları… Siz nasılsınız?”
“İyi olmaya çalışıyoruz,” dedi, derin bir nefes alarak. Kahverengi gözleri kısıldı, gözlüğünü çıkarıp masanın üzerine bıraktı.
“Duyduk ve çok üzüldük,” dedi. “Seni aradım ama ulaşamadım. Evine geldiğimde, çalışanların kimseyle görüşmek istemediğini söyledi.”
“Bir süre kimseyle görüşmek istemedim hocam. Ancak kendime gelebildim.”
Sandalyesinden kalktı, masanın etrafını dolaşıp tam karşımda oturdu. Dolan kahverengi gözleri üzerimde gezinirken konuşmaya başladı:
“Zor kızım, çok zor. Seni çok iyi anlıyorum ama bununla başa çıkabilmiş olman beni ayrı gururlandırdı. İnan, baban senin üzülüp perişan olmanı asla istemezdi. Onu mutlu etmek istiyorsan, kaldığın yerden devam etmelisin.”
“Biliyorum hocam… ama bunu idrak etmek çok kolay değil maalesef. Ben de bununla savaşıyorum hâlâ.
Ölmüş olması ayrı yıkıyor, öldürülmüş olması ayrı.”
Gözlerim dolarken, ellerini ellerimin üzerinde hissettim.
Bu temas o kadar iyi gelmişti ki… kelimeler yetmezdi anlatmaya.
Bir elin sıcaklığı insanın içini ısıtır mıydı?
Hem de nasıl ısıtırdı.
“Failleri içeride değil mi?”
“Silahı ateşleyen içeride, hocam; ama buna sebep olanlar dışarıda, etrafımda. Kim olduklarını bilmiyorum; bulmak için çabalıyorum. Size de bunun için geldim. Bir dava dosyasına ulaşmam lazım. Avukatın ismi Didem Şengül, müvekkili Ali Karahan. Yardımcı olabilir misiniz?”
Ellerini ellerimin üzerinden çektiğinde içimdeki sıcaklık bir anda söndü; buz tutmuştum. Şu an tek çarem İsmail hocaydı; yoksa o dava dosyasına asla ulaşamazdım.
“Didem Şengül benim öğrencim, kızım. Ali Karahan’ın dava dosyasıyla ilgili bilgim var. Karışık bir dava ve Didem bana bu konuyla ilgili danışmıştı. Ama bunları sana anlatmam etik değil.”
“Hocam lütfen. Karahan ailesinden biri babamın katili olabilir. Bunu öğrenmek zorundayım.”
Sıkıntıyla bir nefes verip sustu; sonra, “Tamam,” dedi ve sandalyesine geri döndü. Siyah dolma kalemini alıp önümdeki boş beyaz sayfayı işaret etti.
“Bildiklerimi anlatacağım, başka da bir şey bekleme benden. Bu bile doğru olmayabilir ama dosyada bilmen gereken şeyler var,” dediği anda korku bedenimi sardı.
Kısık sesimle, ‘Dinliyorum, hocam,’ dedim.
“Maktul, evinde kanlar içinde bulunduğunda oğlu Ali Karahan’ın kucağındaymış. Ceset adli tıptayken Ali Karahan ortadan bir anda kaybolmuş ve tüm şüpheleri üzerine çekmiş.
Fakat babası, Kalender Karahan, baban Hüseyin Özdemir’i suçlamış,” dediğinde,
“Ne?!” dedim, şok içinde.
“Fakat buna dair hiçbir delil bulunmamış. Tek dayanak, o gün babanın Kalender Bey’in evine gitmiş olmasıymış. Ancak maktulün ölüm saatiyle babanın evde olma saatleri birbirini tutmadığı için şüpheler tamamen Ali Karahan’ın üzerinde durmuş.
Ali Karahan beş ay sonra ortaya çıktığında, katilin babası Kalender Karahan olduğunu öne sürmüş.
Kalender Bey ise tam tersini savunmuş; oğlunun akli dengesini yitirdiğini, ne söylediğini bilmediğini dile getirmiş.
Ali Karahan bir dizi testten geçmiş; öfke kontrolü bozukluğu ve şizofreni belirtileri görülmüş.
Cezai ehliyeti olmadığı için hastaneye yatırılmış ve dosya kapanmış.
Fakat on ay sonra Yavuz Özyiğit’in tuttuğu avukat sayesinde dosya yeniden açılmış. Ali Karahan yeniden testlere alınmış. Psikolojik sorunları olduğu tespit edilse de, cezai ehliyetini düşürecek seviyede bir rahatsızlığı bulunmadığına karar verilmiş.
Bu süreçte, maktulün ölüm anında Ali Bey’in nerede olduğu da kanıtlanmış ve tüm şüpheler üzerinden kalkmış.
Dava hâlâ devam ediyor. Ali Bey babasını suçluyor olsa da elinde hiçbir delil yok.
Benim bildiklerim bu kadar, kızım.”
Ağzım açık şekilde, yazabildiğim kadarını not aldım.
“Çok teşekkür ederim hocam, çok yardımcı oldunuz,” dedim.
“Bundan kimseye bahsetme, bana yeter kızım,” dedi, kocaman bir gülümsemeyle.
“Merak etmeyin hocam,” diyerek ayağa kalktım.
“Görüşürüz.”
“Görüşürüz, kızım,” demesiyle odasından ayrıldım ve okul koridorunda yürümeye başladım.
Resmen bir yılan hikâyesiyle karşı karşıyaydım.
Ali tamamen babasını suçluyordu. Babası ise… benim babamı.
Birinci teorim: Kalender’in babamla ciddi bir sorunu vardı ve eşi öldüğünde suçu doğrudan babama attı.
İkinci teorim: Babam, Kalender’in eşiyle birlikte oldu. Bunu öğrenen Kalender delirdi ve karısını öldürdü, ardından suçu babama attı.
Üçüncü teorim: Kalender tam bir manyaktı ve önüne gelini öldürüyordu.
Dördüncü teorim: Bunların hepsi Ali’nin bir oyunu olabilirdi.
Ama neden annesini öldürsün ki?
Neden babasını suçluyor ki?
Ve babasını suçladığı hâlde nasıl hâlâ yanında dolaşabiliyor?
Kafam karmakarışıktı. Mantıklı düşünemediğimin farkındaydım.
Biraz daha kapı açmam gerekiyordu.
Karahan ailesinin içine sızmam gerekiyordu.
“Sana yardım edeceğim.”
“Senden yardım istemiyorum.”
“Bu sözünü unutma.”
Sözünü yiyenler listesinde bugün: Ezgi Özdemir.
Telefonumu çantamdan çıkarıp rehberdeki ismini görünce aradım.
Telefon açılır açılmaz o sert ses çarptı kulaklarıma.
“Söyle.”
Vay be... yine çok kibarsın.
“Ben de iyiyim, teşekkür ederim. Sen nasılsın?”
Kinaye bizden sorulur.
“Sadede gel!”
Kabalık da Ali’den sorulur.
“Düzgün konuşmayı bilmiyor musun? Seni arayanda kabahat.”
Tam telefonu kapatacakken sesinin volümü yükseldi.
Elim havada kaldı.
“Arkamdan iş çevirenlerin hak ettiği davranış bu!”