7.Bölüm

1695 Kelimeler
Vücut diline fazlasıyla dikkat eden biriyim. Karşımdaki insanın eline, yüzüne, mimiklerine, oturuşuna ve kalkışına kadar her ayrıntıyı incelerim. Ama işin tuhaf yanı, karşımda oturan bu adam kendini gizlemekte inanılmaz başarılıydı. Sağ eli masada duran şarap kadehini tutarken, sol dirseğini sandalyesinin arka kısmına yaslamıştı. Kısık kara gözleri yüzümün her bir santimetre karesinde gezinip duruyordu. Bakışlarımı kaçırmıyordum. Önemli konuşmalarda göz temasını sürdürmek esastır; başka yerlere bakarsanız, bu sizin kendinizden emin olmadığınızı gösterir. Ve bu, benim en son isteyeceğim şeydi. “Öncelikle benimle neden buluşmak istediğinden başlayabilirsin,” dedi, istifini bozmadan. Rahat değildi, ama gergin de sayılmazdı. Nötr bir izlenim vermek istiyordu bana, belliydi. “Bence sen, beni neden evine getirdiğinle başlamalısın,” dedim aynı kararlılıkla. Kadehimi yavaşça elime alıp dudaklarıma götürdüm. Bunu yaparken göz temasımı kesmedim. Şaraptan küçük bir yudum aldıktan sonra kadehi masaya bıraktım, kısa bir an için gözlerimi masaya indirdim ve sonra tekrar ona döndürdüm. Aralıksız göz temasları sakıncalı sonuçlar doğurabilir; ona dikkat edin. “Buluşmayı öne çektim, diyelim.” Kaşları yine çatıldı. Fakat bunu pek önemsemedim. Çünkü bazı insanların karakteristik mimikleri vardır: kimi insanlar her durumda güleçtir, sinirlense bile güler; kimi insanlar ise asabi yapıya sahiptir, genel olarak ciddi bir duruş sergiler. Ali’yi gördüğümden beri onun kaşları hep çatılıydı. Sanki bu ifadeyi kendine alışkanlık edinmişti. Adamın ruhu sinirliydi. “Sen söyle, neden buluşmak istedin?” dedi yine çatık kaşlarıyla, kadehini dolgun dudaklarına götürürken. “Teşekkür etmek istedim. Telefonda söylemiştim. O gün benimle çok ilgilendin, teşekkür ederim,” dedim, yüzüme yapmacık bir gülümseme yerleştirerek. Fakat farkında değildim ki, karşımda bu gülümsemenin yapmacıklığını anlayabilecek bir adam oturuyordu. Ali, sol kolunu sandalyesinin sırtından çekip iki dirseğini de masanın üzerine yerleştirdi. Ellerinin arasında tuttuğu kadehe bakarak konuştu: “Teşekkürlük bir şey yok. Benden sana tavsiye… zorla gülümsemeye çalışma,” dedi, sert sesiyle. Göz temasını bir anlığına kaçırdı. Gözlerinde ani bir duygu değişimi oldu, ama kendini o kadar çabuk toparladı ki, bunun farkına varmam mümkün olmadı. “Doğru söylüyorsun,” dedim sessizce. “Bu aralar zorla gülümsüyorum insanlara.” Derin bir nefes alıp arkasına yaslandı. “Ne hissediyorsan onu yansıt. Önemli olan senin ne hissettiğin. Başkalarının ne düşündüğü değil.” Sana ne be adam! “Bunu kimse için değil, sadece kendim için yapıyorum!” dedim, sesime sertlik katarak. “En kötüsü de kendini kandırman olur… mesela şu an beni kandırmaya çalıştığın gibi.” Gözlerimin içine ifadesiz bir şekilde bakıyordu. O an sanki transa geçmiş gibiydim. Anlamış mıydı? Yoksa sadece duygu değişimlerimden mi bahsediyordu? “Anlamadım,” dedim, sakinliğimi korumaya çalışarak. “Gerçek amacını anlat! Neden buluşmak istedin?” Sesinin volümü birden yükseldi, kaşları da daha da çatıldı. Mümkünmüş gibi… “Başka ne amacım olabilir ki?” dedim, oldukça lakayıt bir tavırla. “Oyun oynama,” dedi, tehditkâr bakışlarını üzerimde gezdirirken. Korkmadığımı söyleyemezdim. “Anlamıyorum,” dedim. O ise hızla sandalyesinden kalkıp yanıma geldi. Sol elini masaya dayadı, sağ elini sandalyemin sırtına. Yüzünü ağır ağır yüzüme yaklaştırdı. Sıcak soluğu dudaklarıma çarptığında nefesimi tuttum. “Ezgi… ne sormak istiyorsan sor. Cevabını al ve git,” dedi. Keskin kara bakışları kahvelerimde dolaşıyordu. Abov… sıçtık. Yutkundum. Öyle böyle değil, bildiğin yutkundum. Sesi kulaklarımda çınlamıştı; sanırım o da bunu fark etti. Adem elması güçlükle hareket ettikten sonra, dudaklarının kenarında alaycı bir kıvrımla, “Nefes al,” dedi. Sonra ağır ağır benden uzaklaşıp siyah koltuğa yöneldi. Ben ise tuttuğum nefesi bırakırken içimden söyleniyordum: Adama bak, bir de benimle dalga geçiyor. Öfkeyle hızla ayağa kalkıp peşinden gittim. Koltuğa kendini atar atmaz kollarını iki yana açtı ve yüzüme alayla baktı. “Madem neden geldiğimi biliyorsun… cevabını ver. Manipülasyon yapmaya çalışma,” dedim, tek kaşımı kaldırıp. Sağ ayak bileğini sol diz kapağının üzerine aşırıp göz temasını hiç kaybetmeden, “İnanacak mısın?” diye sordu. Karşısındaki koltuğun tam ortasına, omuzlarım dik olacak şekilde oturdum ve konuşmaya başladım: “Yani… babamı ölümle tehdit ettiğin gün, babamın ölmesinin mantıklı bir açıklaması varsa belki.” Güldü. Ama bu normal bir gülme değildi. Bu, “kıçımla gülüyorum” der gibi bir gülmeydi. Bacağını dizinden çekip ayağını yere bastı. Dirseklerini dizlerine yerleştirip öne doğru eğildi; keskin bakışlarını kahvelerime dikti. “Ezgi…” dedi sert sesiyle. “Ben birinin gerçekten ölmesini istersem, bunu kendi ellerimle zevkle yaparım. Köpeklerime yaptırmam.” Tüylerimin şaha kalktığını hissediyordum. Kalbim hızlanmış, bacaklarım titremeye başlamıştı. Yutkunamıyordum. Kendi ellerimle öldürürüm dedi… bir de ‘zevkle’ diye ekledi. Yüzündeki tuhaf gülümsemeyle geriye yaslanırken, “İnandın mı?” diye sordu. İnanmadım dersem ne tepki verir? ‘Senin üzerinde denememi ister misin?’ falan mı der acaba? “Ben kalksam iyi olur…” Kekelememiş olmama dua ederek hızla ayağa kalktım. “Sana yardım edebilirim,” dedi, istifini bozmadan. “Anlamadım,” dedim, şaşkınlıkla. Konuşmama alay edercesine ayağa kalktı, bana doğru bir adım attı. İstem dışı geriye adım attım ve bir anda koltuğa sertçe kapaklandım. “Sakin ol,” dedi, üzerime yürümeye devam ederken. Gözlerimi sımsıkı yumdum, nefesimi tuttum. Allah’ım… acizlikten al canımı bir an evvel. Sıcak nefesinin dudaklarıma çarptığını hissettiğimde, bildiğim tüm duaları etmeye başladım. “Gözlerini aç,” emretti. Açmadım. “Aç,” tekrarladı, bu kez sesi daha sertti. Yine açmadım. İşaret parmağıyla ve baş parmağıyla çenemi kavradı. “Nefes almazsan zaten öleceksin,” dedi, alaycı bir tonda. Gözlerimi yavaşça araladım, tuttuğum nefesi bıraktım. Aramızda en fazla bir santim olduğunu fark ettiğimde donup kaldım. Parlak kara gözleri, kararmış kahvelerime saplanmıştı. Ellerimi göğsüne yerleştirip tüm gücümle itsem de milim kıpırdamadı. “Ne istiyorsun?” diye sordum. Yüzünde yamuk bir gülümseme peydah oldu. Yavaş hareketlerle geri çekildi. “Sana yardım edeceğim,” dedi. “Ne konuda yardım edeceksin?” “Babanın azmettiricisini aramıyor musun?” “Senden yardım istemiyorum, sağ ol,” diyerek hızla ayağa kalktım. Ama dirseğimi kavrayıp güçle kendine çektiğinde bedenlerimiz çarpıştı. Boyunun benden uzun olması yüzünden bakışlarımı yukarı kaldırmak zorunda kaldım; kararmış kara gözleriyle karşılaştım. “Bu sözünü unutma,” dedi alçak bir tonla. Kolumu ondan kurtarmaya çalışırken beni kapıya doğru sürüklemeye başladı. “Ne yapıyorsun, bırak!” Cevap gelmeyince tekrar çekiştirdim kolumu. “Bıraksana!” Aniden durdu, bedenini bana çevirdi. “Çok konuşuyorsun. Evine götürüyorum işte,” dedi sinirle. “Ben kendim giderim. Senin arabana asla binmem, o bir kere oldu!” “‘Asla asla deme,” diye karşılık verdi. Ve o anda, bu cümle bana bir hayat dersi gibi çarptı: asla, asla dememeyi öğrenmiş oldum. Şuan aynı arabanın yolcu koltuğundayım. Sürücü koltuğunda ise kendini insan zanneden bir varlıkla beraberim. Zira ben onun insan olduğundan şüpheliyim. Arabanın içinde ecel terleri dökerken, yanımdaki insansı varlık gayet rahat tavırlarla arabayı tahtalı köye doğru sürmekle meşguldü. Ben uysalım, o ise kuduz. Ben suyum, o ise ateş. Ben masumum, o ise suçlu. Daha sıralayabileceğim çok şey var fakat beynimi bunlarla yoramam. Bugünden sonra da zaten şeytan görsün bu adamın yüzünü. Evet, katil olabileceğini düşündüm fakat şöyle de bir durum var: o akşam öldürmek istedikleri bendim. O ise babamı öldürmek istedi. Beni değil. Babamın acı çekmesini isteyen biri işledi bu cinayeti. Belki babamın acı çekmesini istedi, belki de dediği gibi bu işte suçlu o değil. Ama bana yardım etmek istediğine göre bildiği bir şeyler olduğuna da kalıbımı basarım. Aniden gaza köklenmesiyle, düşüncelerimden çığlık çığlığa sıyrıldım. “Yavaş!” diye bağırmamla çatık kaşlarını yüzüme çevirdi. “Önüne baksana!” “Ya sabır” der gibi bakışlarını yola çevirdiğinde arabanın yavaşladığını hissettim. “Böyle iyi mi? Yarına varmış oluruz,” dedi alayla. Ben de gözlerimi devirmekle yetindim. Otelin önüne geldiğimizde, “Teşekkür ederim,” dedim sırf insanlık namına. Derin bir nefes alıp, “İn,” diye emretti. Sinirle kapıyı çarpıp arabadan indim, hızla otele giriş yaptım. Odaya girdiğimde el çantamı bir kenara fırlattım. “Hayvan herif!” diye söylenip öfkeyle hırladım. Banyoya ilerleyip dişlerimi fırçaladım. Elimi yüzümü iyice yıkadıktan sonra siyah pijamalarımı giyip kendimi yatağın kollarına bıraktım. Tam bir dağ ayısıydı bu adam. Evi de dağın başında zaten; tam ona göre bir yer bulmuş. Gözlerimi yavaşça kapatırken, karanlık kara gözleri zihnime hücum etti. Hızla geri açtım gözlerimi. Bu adam bilinçaltına sızmakta bile profesyoneldi. Kim benim yerimde olsa Ali’li kabuslar görürdü. Nereden çıktı karşıma, bilmiyorum. Umarım katil o değildir de… bir daha yüzünü görmek zorunda kalmam. && Uzun süren toplantının ardından nihayet odama çekilebilmiştim. Aklım hâlâ dünkü olaylardaydı. Neden yardım etmek istemişti bana? Katil oydu da beni farklı kişilere mi itiyordu, yoksa bambaşka, hiç tahmin etmediğim biriydi? Kupamdan bir yudum alırken kapım çaldı. “Gel,” dememle Hande belirdi kapının arkasından. Nedendir bilmem ama ona güveniyordum; Oktay’dan çok daha fazla. Elindeki dosyayı uzatıp, “Ali Bey ve Kalender Bey ile ilgili her şey burada,” dedi. “Çok teşekkür ederim, Hande,” diye alıp dosyayı açtım. “Ben çıkıyorum, bir şey ister misiniz?” diye sordu. “Otursana sen de,” dedim, bakışlarımı dosyadan kaldırıp mavilerine diktim. Onaylarcasına başını sallayıp karşıma oturdu. “Yeni yöneticimiz yarın gelecek,” diye gülümsedi. Amerika’da işleri olan asistanımızın bulduğu yönetici yarın buraya gelip göreve başlayacaktı. Söylenene göre işinde çok başarılıymış. O geldikten sonra ben tekrar tuvalimin başına dönecektim. Ondan sonra, tüm gücümü babamın katilini bulmaya adayacaktım. “Evet… umarım işinin ehlidir. Yoksa biterim,” dedim, yarı şaka yarı ciddiyetle. Kalender’in dosyasında yazanlar çok da önemli bilgiler değildi. İki çocuğu varmış; Ali ve Akın. Asıl dikkat çekici olan, Aydın Söke’li oluşuydu. Sebebi mi? Babam da Aydın Söke’liydi. Diğer ilginç bilgi ise… iki yıl önce eşi Ebru Hanım cinayete kurban gitmişti. Katilleri hâlâ bulunamamıştı. Ali’nin dosyası ise çok daha çarpıcıydı. Yirmi dokuz yaşındaydı. Doğum günü 18 Ağustos. İlginç olan bu değildi tabii. Söylüyorum hemen: A&A Şirketi’nin yönetim kurulu başkanıydı. Yani Karahan Holding’den bağımsız, kendine ait bir şirketi vardı. Neden? Annesinin ölümünden sonra beş ay boyunca ortadan kaybolmuş. Herkes, annesinin ölümünden onun sorumlu olduğunu düşünmüş. O ise babasının annesini öldürdüğünü dile getirmiş. Bu ne be?! “Sen bunları okudun mu?” diye sordum Hande’ye, şok içerisinde. “Okudum ve sizin gibi şoka girdim.” “Doğru mu peki bunlar?” “Doğru efendim. Zaten gazete küpürleri var internette, bir dönem olay olmuş. Daha sonra Ali Bey bir süre tımarhanede yatmış. Oradan çıktıktan sonra da hayatına devam etmiş… hiçbir şey olmamış gibi.” “Öyle olduğunu sanmıyorum. O adamda bir şeyler var. Öylece hayatına devam etmiyor,” dedim kendi kendime. Şimdi anlıyordum neden hastaneye geldiğini, neden yardım etmek istediğini: aynı acıyı yaşıyordu ve kesinlikle bazı şeyleri biliyordu. “Tımarhaneye neden girmiş?” diye sordum merakla. “Bilmiyorum, ama hemşirelerle iletişime geçebiliriz,” dedi Hande. Hızla yerimden kalktım, siyah çantama uzanırken “Kalk,” dedim. “Gidip öğrenelim.”
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE