EFSUN LEVA:
Yutkunup gözlerimi kapattım, bir kaç saniye de olsa kafamı düşünmeye ihtiyacım vardı.
Miray'ın arkadaşının abisine mekan aitti. Miraya da bu konularda çok güvenirdim. Kendisi çok iyi araştırırdı. İlk mekana girdiğimde biraz tedirgin olsam da bunu hiç bir arkadaşıma belli etmemiştim. Biliyordum çünkü hiçbir sorun çıkmayacağını.
Alparslan'nın söyledikleri zihnimde çalkantıya sebep oluyordu.
İçkilerimize nasıl ilaç katılmıştı?
Biz kime satılmıştık?
Ve bunu Alparslan nasıl ve nereden öğrendi?
"Ahhh..." parmaklarımı şakaklarıma bastırarak başımın ağırısını geçirmeye çabaladım. Düşündükçe başım ağrıyordu.
Kapattığım gözlerimi korkarak açtım. Gerçekten kötü bir dünyada ve kötü insanların içinde yaşıyorduk. Gözümü kırpmaya korkar olmuştum. Ayda, yılda bir eğlencem vardı, artık bu dakikadan itibaren bu öğrendiklerimden sonra o da yoktu. O defteri de kapatmış, kara defterlerimin arasına rafa kaldırmıştım.
Gözlerimi bir kez daha kapatıp açarak, kafamda ki çalkantıyı bir süreliğine dindirdim.
"Sen kimden öğrendin?" aklıma takılmış olan soruyu dile getirdim.
Alparslan kot pantolonun cebinden çıkardığı sigarayı dudaklarının arasına yerleştirip yakarak, bir nefes çekip dumanını dudaklarının arasından azat etti.
Tüm dikkatimi ona verip, gelecek olan cevabı bekledim. Kalın dudaklarını öne doğru hafifçe uzatarak, bıkmış bir ses tonuyla cevapladı. "Aylardır bunların peşindeyiz..." diyerek derin bir nefes alıp mavi gözlerini, benim yeşil gözlerime mıhladı. "Bu gece baskın yapılacaktı. Mekanda ki herkes alınacaktı. Tabi orada siz olmasaydınız..." deyip tekrar dudaklarının arasına aldığı sigaradan içerek, dumanını üfleyip, sigarayı iki parmağının arasında sıkıştırdı. "Bu gece bu baskın olsaydı, hepiniz içeriye alınacaktınız. Bu gece herkesin ağzında sizin adınız da dolandığından dolayı kolay kolay kurtulamazdınız." dedi, sesi sonlara karşı öfkeliydi.
Bizim oraya gitmemize mi sinirliydi?
Yoksa bizim haberimiz olmadan bizim üzerimize oynanan oyuna mı sinirliydi?
Sesimi zar zor bularak mırıldandım. "Sen gelmeseydin..." gözümden akmak için direnen yaşı geriye itip dik durmaya gayret ettim. "... Biz oradan nasıl kurtulup, çıkacaktık."
Bir gecede hayatımda bir çok şey değişmişti. Doğum günümü kutlamak için gittiğim mekanda eğer Alparslan gelmeseydi, mutlu günüm bana acıyı tattıracaktı. Bu gece oradan çıkmasaydım bir daha çıkamazdım ancak cenazem çıkardı.
Saatlerdir kızıp sinirlendiğim adama şimdi minnettardım. İyi ki beni oradan çıkarmıştı.
Hiçbirimizin haberi yokken tanımadığımız adamlara satılmıştık.
"Çıkamayacaktınız..." dedi, tüm ciddiyetiyle. "Seni o mekanda görünce kan beynime sıçradı. Doğum gününü kutlayacak başka mekan bulamadın mı?" sesi sonlara doğru yükselmiş ve sinirine hakim olamaz gibi elini masanın üzerinde yumruk haline getirmişti.
Omuz kırdım, ben bulmamıştım. Miray çok güvenlikli ve güzel bir mekan olduğu için zar zor randevu almıştı.
"Ben bulmadım." dedim açıklama gereği duyarak. "Miray'ın arkadaşının abisinin mekanı olduğu için o ayarladı. Hem..." diyerek kurumuş olan dudaklarımı dilimle ıslattığımda Alparslanın gözleri dudaklarıma düşüp hemen tekrar gözlerime çıktı. "Çok güvenlikli bir yer, randevusuz kimseyi almıyorlar. Öyle bir şey vardıysa bizi nasıl aldılar " dedim.
"Sizin kara karışınıza, kara gözünüze hayran olup almadılar zaten. Önceden planlamışlardır bu pezevenkler, o yüzden o kadar rahat girdiniz içeriye." dedi. Onun böyle gerçekleri yüzüme çarpması ne kadar sinir etse de ses edemedim. Başım dönüyordu, kendimi bile şuan zor ayakta tutuyordum. Bedenimi bir bıraksam sabah anca gözlerimi açabilirdim.
"Uyumak istiyorum" diyerek mırıldandım. Alparslanla laf dalaşına girecek durumda değildim. "Uyu." diyerek hissizce konuştu.
Oturduğum sandaleyeden uyuşuk bedenimi kaldırarak az önce kalktığım koltuğa geriye giderek, uzandım.
"Yukarıda yatak var. Oraya geç" ne zaman yanıma geldiğini bilmesem de yanımda ki tekli berjerde oturuyordu. "Kalkacak halim yok." diye mırıldandım. Ayaklarımı bile çekecek halim yoktu. Yukarıya çıkmayı gözüm kesmiyordu.
"Burada rahat edemezsin." diyerek tekrar itiraz etti. Rahat etsemde etmesem de bu şuan pek umrumda değildi. Koltuk zaten yumuşaktı, başımın altına koyduğum küçük yastıkta beni idare ederdi, üzerime bir nevresim örtse başka bir şeye gerek yoktu.
Koltukta bacaklarımı karnıma çekerek, ellerimi başımın altına yerleştirip gözlerimi kapattım. "Keçi gibi inadın var, anasını satayım. Uyu sen sabah gösteririm ben sana." diyerek üzerime ince bir battaniye veya nevresim örttü, gözlerimi kapattığımdan dolayı görmemiştim.
***
Yüzüme vuran ışıklarıyla gözlerimi zorlukla araladım, güneş tamamen yüzümü yalayıp geçiyordu. Suratımı buruşturup ellerimi yüzüme siper edip, yattığım yerden kalktım.
"Uyandın mı?" diyen sese başımı çevirip baktım. Arkamda kalan Alparslan kahvaltı masasını hazırlamış, şuanda ise ocağın önünde çayı koyuyordu.
Yerimden ayağı kalktığımda ani hareketimle başım dönse de gözlerimi bir kaç saniyeliğine kapatıp açarak, sandalyeyi çekip oturdum. Ayakta duracak gücü hala kendimde tam olarak bulamıyordum. Dizlerimin bağı çözülmüş gibiydi, yürümekte zorluk çekiyordum.
Dirseklerimi masaya koyarak başımı iki elimin arasına sıkıştırdım. Ne kafamı doğru düzgün toplayabiliyordum ne de bedenimi. Kızlar ne durumdaydı bilmiyordum. Alparslan eve gönderdiğini söylemişti, söylediğini yapardı. Evde olmalılardı.
Başka bir şey de düşünmek istemiyordum. Önümde ki boş tabağa bakarak, bir dilim ekmek alıp vişne reçeli sürdüm. Önüme bırakılan çay bardağına bir de yanıma oturan Alparslana kısaca gözümü değdirdim. Üzerinde beyaz kısa kollu bir tişört vardı, dün ne giydiğini tam olarak hatırlamağımdan değiştirip, değiştirmediğini anlamadım.
"Röntgen çekmen bittiyse, kahvaltını yap." huysuz sesiyle yüzümü astım. Kendimi savunmaya geçeceğim an Alparslan tekrar hoşnutsuzca konuştu. "Randevu aldım, hastaneye gideceğiz." dedi.
"Ne randevusu." dedim, sesim yeni uyandığımdan çatallı çıkmıştı.
"Test vereceksin." dedi. Önünde duran çay bardağını eline alarak dudaklarına götürüp, çayını içti.
"Ne testi?" diyerek yineledim. Kapalı kutu gibiydi sadece gerekli olan şeyleri söylüyor ve susuyordu. Açıklama yapsa ölürdü.
"Sen hiç susmaz mısın böyle?"
"Ne" diyerek tepki verdim. "Ne konuşuyorsun sen?" elimi ona doğru salladığımda, kaşlarını çatarak önce gözlerini ona doğru kaldırığım elime sonra da yüzüme çevirdi. Onun uzun uzun bakışları altında elimi yavaşça geriye indirip kucağıma bıraktım. Mavi gözleri derin bakıyor, bir şey düşünür gibiydi.
"Ben seninle sanırım aynı dili konuşmuyorum. Söylediğim hiçbir şeyi anlamıyorsun. Ondan dolayı sus, kahvaltını yap ve gidelim."
"Kaçıyorsun" diyerek tepki gösterdim. Sorularımı cevaplamamak adına lafı çevirip kendini haklı çıkararak konuyu kapatmaya çalışıyordu. Bunu görmemek aptallıktı.
"Ben mi?" diyerek, hayret içerisinde eliyle kendini gösterdi "Kaçıyorum." diyerek söylediğim şeyi tekrar etti. Başımı sallayarak onu onayladım. "Evet kaçıyorsun." diyerek direttim.
"Kaçsaydım..." diyerek, benim gibi dirseklerini masaya koyup başını bana doğru yaklaştırdı. "Bu sabah benim yanımda değil, tanımadığın bir adamın koynunda gözlerini açardın." dedi.
Alparslan'ın her kelimesinden zehir akıyor ve kanıma karışıyordu. Hiç üzülür müyüm diye düşünmüyordu aksine daha fazla canımı yakmak için aynı şeyleri tekrar edip duruyordu.
Kendimi ondan geriye çekerek, aramızda oluşan göz temasını kestim. Gözlerinde keskinlik, beni bıçak gibi yaralıyordu. Biraz daha o gözlere bakarsam kendime yenilirdim.
"Her neyse..." deyip ortamda ki gerginliği dağıtmak amacıyla yerinden kalkarak, ellerini masaya koyup bedenini eğdi. "Kahvaltını yaptıysan çıkalım."
Bir dilim vişne reçelli ekmek ve yarım bardak çay içmiştim. Bunlar bile midemi doldurmuştu, fazla yersem dünki gibi kusacağımı düşünüyordum, hala midemi toparlamış değildim çünkü.
"Çıkalım." ayağı kalkarak kısa olan elbisemi düzenleyip önden ilerledim. Arkamdan güçlü ayak seslerine aldırmadan gözlerim salonda ne zaman çıkardığımı bilmediğim ayakkabılarımı aradı.
Salonda bulamadığım ayakkabılarımla kapının yanında dikilen Alparslana öfkeli bakışlarımı diktim.
"Ayakkabılarım yok. Nerdeler?"
"Dün en son ayağımdaydı. Şimdi yoklar." ellerim çıplak ayaklarımı gösterip umutsuzca konuştum.
"En son gördüğümde aşağı mahalleye gidiyordu." yüzünde gülmemek için kendini zor tuttuğu ortadaydı. "Dün ayakkabılarına sinirlenerek çıkarıp attın."
"Araba da kendin çıkardın." diyerek ekledi. Arabada ne ara çıkarmıştım. Dün gece ki rezilliklerimi tam olarak hatırlamıyordum.
Yanına doğru sinirle yürüyerek yanında durup ellerimi göğsümün altında topladım. Yalın ayak dışarıya çıkamazdım. Ayakkabılarımı getirmesi gerekiyordu.
Kapıyı açtığında, durup bana doğru döndü. "Kendin mi geleceksin yoksa kucağıma alayım mı?" elinde tuttuğu telefonun üzerine giydiği siyah kot ceketinin cebine koydu.
"Ne" diyerek tepki verdim. "Ayakkabılarımın arabada olduğunu sen söylemedin mi?"
Başını olumlu anlamda sallayıp kaşlarını hafiften çatarak "Evet..." diyerek yanıtlayıp benim konuşmama fırsat tanımadan devam etti. "Ama ayakkabılarını benim getireceğimi söylemedim. İki seçeneğin var. Fazlada beklemeyeceğim. Hızlı kararını ver." dedi.
Bana sunduğu iki seçenekte anlamsızdı. Yalın ayak taşlı bahçeden çıkıp arabaya kadar yürümem imkansızdı. Diğer seçenek ise Alparslan'ın kucağında arabaya kadar gitmek istemiyordum.
Omuz kırarak gururumu ayaklarımın altına almaktansa yürümeyi tercih ettim. Önden ilerlediğimde Alparslan'ın şaşkın bakışlarını sırtımda hissediyordum, ama asla dönüpte bakmadım. Bakarsam ona yenilirdim.
Taşlı yola ayağımı bastığımda yüzüm kasıldı, bir adım daha atamadan belime sarılan kollarla kendimi Alparslan'ın kucağında buldum, ağzımdan şaşkın bir nida döküldü "Hii!.."
Bacaklarımın altından ve sırtımda ki eliyle destek alıp, seri adımlarla göz açıp kapayıncaya kadar bahçeden çıkardı.
"Ceketimin cebinde..." başını eğip ceketini işaret ederek, "Arabanın anahtarı." dediğinde bende yeni dank etmişti. Omzuna doladığım ellerimi çözüp, kot ceketinin cebinden anahtarı çıkarıp, otomatik düğmesine basarak, kapıları açtım.
Bedenimi kırdığı dizinin üzerine oturtup kapıyı açtı, "söyleseydin açardım..." diyerek omuzlarına daha sıkı tutundum, düşme ihtimalime karşı.
Cevap vermeden açtığı kapıdan koltuğa sertçe bıraktı "ağırlaşmışsın sen..." dedi ağzının içinden homurdanarak.
Oturduğum yerden kaşlarımı çattım, ağzının içinden konuşsa da ben duymuştum. "ne?" dedim kendimi tutamayarak, "ne ağırlaşması, kilo falan almadım..." dedim vücuduma göz gezdirip öfkeli gözlerimi tekrar ona çevirdim, verdiğim tepkiye kaşları çatılı bakıyordu sadece.
"Hem kilo bile alsam nereden anladın da konuşuyorsun..." diye aklıma takılanı sordum.
Benim sorumu cevapsız bırakıp, kapıyı çarparak, yanımda ki yerine geçip oturdu.
"Kime diyorum ben." sesimi bir miktar yükselttim.
"Sonra konuşuruz... Başım çatlıyor gerçekten, gece hiç uyumadım. Sonra istediğin gibi tartışırız. Hem böyle tadı çıkmaz." dedi.
Susmak istemesemde suretine yansımış sinirle susmak zorunda bırakıldım, kollarımı göğsümün altında toparlayıp orman yolunu izledim.