bc

Vazgeçilmezim

book_age18+
115
FOLLOW
1.0K
READ
billionaire
revenge
dark
forbidden
forced
opposites attract
curse
kickass heroine
confident
mafia
single mother
gangster
heir/heiress
drama
tragedy
bxg
serious
mystery
campus
city
sassy
like
intro-logo
Blurb

Senden vazgeçmem diyenler, gemiyi ilk terk edenlerdir.

Gemiyi ilk terk edenler ise vazgeçilmez olanlardır.

Ve ben, Ezgi Özdemir…

Hayatımın vazgeçilmezi olacak Ali Karahan’ı, sonu kanla biten bir gecede gördüm.

Üç kurşun…

Kalabalıkta yalnız kaldım.

Herkes yazı yaşarken, ben bir ömür kışa mahkûm kaldım.

Boyumu aşan bir oyuna başladım.

Maskemi taktım.

Ve başladım.

İntikamdan doğan bir aşk,

Yalanlarla üzerini örten bir kadının gerçeği bulma hikâyesi.

chap-preview
Free preview
1. Bölüm
"Siyah, her rengin gölgesi. Kırmızıysa, her kalbin yangınıdır." Yazar yalandan ters döndü mezarında... külliyen yalan! Her insanın kendi rengi ve o renge yüklediği bir anlam vardır. İnsanları kalıplara sokmaktan bıkmadılar, sıra renklere mi geldi? "Yine hangi taraflarından ne salladın!" Sitemle konuşmama Oğuz kahkahalarla güldü. "Bir şeyden de memnun olsan şaşarım!" Pınar koca yeşil gözlerini devire devire konuşurken, umursamazca önümdeki tuvale döndüm. Dikkat çekmek isteyenlerde number one da bugün... Nasıl her insanın hikâyesi varsa, her rengin de kendi hikâyesi vardı benim gözümde. Ve sanki herkes kendi hikâyesini renklerine yüklerdi. Ama tabii ki şu anki konumuz renk falan değildi. Zar zar çalan telefonuma bakarken mırıldandım: "Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü?" Ekranda kocaman Babam yazısı yanıp sönüyordu. Boya olan elimi, yine her yeri boya içindeki önlüğüme sildim ve telefonu kulağıma yerleştirdim. "Oooo, numaramı biliyor muydun reis?" Bu trajik duruma alayla konuşmam ironikti. Tok sesi kulaklarımda çınladı: "Ofise gel!" Cümlesi biter bitmez telefon aynı hızda kapandı. İki kelime, tek cümle... En son geçen ay mı iki kelimelik cümle kurmuştu acaba? Vallahi aşmaya başladı kendini bu adam; ben bir ay daha beklemiyordum bu kadar uzun cümle. Elimdeki paleti bir köşeye bırakıp ayaklandım. Hüseyin Reis'i bekletmek pek hayra alamet olmazdı. Önlüğümü çalışma masama bıraktım, çantamı koluma taktım ve lavaboya doğru ilerledim. Sınıfta herkes kendi tuvaliyle boğuşuyordu, renklerin cümbüşü arasında fırça sesleri yankılanıyordu. Evet, güzel sanatlar okuyordum. Resim yapmak en büyük tutkumdu. Babamla bu konuda ne kadar inatlaşsak da, girdiğim bir yoldan kimse beni çeviremezdi. Tutkularımdan başka insanların fikirleri için asla vazgeçmezdim. Babam seçtiğim yola boş, saçma, geleceği olmayan bir yol olarak bakıyordu. Onu dinleseydim ekonomi-finans okuyacak, şirketin başına geçecektim. Ama ben Ezgi Özdemir, Özdemir Holding'in tek varisi, kendi yolunu kendi çizen kızım. Ve inan bana, çok mutluyum. Aynadaki aksime bakarken daha da mutlu oldum. Saçım başım dağılmış, yüzümün yarısı boya lekesi içindeydi. Saçlarımın arasında bile boya vardı; yine kendimi kaybetmişim. Ama bu halimi seviyordum. Bu bendim, gerçek bendim. Hızla ne kadar toparlayabildiysem toparladım ve kendimi okulun dışına attım. Ve şaşırmadığım manzara: Babamın lüks arabalarından biri kapıda, direksiyon başında Oktay. Hüseyin Reis'in en güvendiği şoförü. Gülümseyerek yanına ilerledim. "N'oluyoruz böyle, Reis çıldırdı herhalde? Ben bu kadar rağbete alışık değilim!" Alaylı sözlerime gülümsedi Oktay. "İyi de oldu, özlemişim seni." Sırıtmadan edemedim. Oktay, kumral kısa saçlı, iri yapılı bir adamdı. Yalnızca şoför değil, gerektiğinde korumaydı da. Babamın bana taktığı en güvenilir zincir... ama aynı zamanda belki de en sakin limanımdı. "Evet, bayadır yoksun piyasada Kaptan!" dedim ve hiç düşünmeden ön koltuğa geçtim. Ben öyle kasıntı gibi arka koltukta oturamam, kusura bakmasın kimse. Arkada otursam nasıl insanları şarkılarımla rahatsız edebilirdim ki? Elim radyoya giderken, Oktay göz devirdi. "Başlıyoruz yine!" dedi alayla. Hiç oralı olmadan telefonumu ekrana bağladım. İstanbul'un kalabalık caddelerinde bangır bangır şarkı eşliğinde ofisin yolunu tuttuk. Oktay ağır başlı olmasına rağmen, arada mırıldanarak bana eşlik ediyordu. Kabul edelim, girdiğim her ortamı şenlendirme özelliğim vardı. Şirketin önünde araba durur durmaz hızla indim, Oktay'a baş selamı çaktım. Döner kapıdan içeri dalarken hâlâ arabadan yüksek sesli şarkılar geliyordu. Bluetooth'u kapatmak için aceleyle telefonumu kurcalıyordum ki, bir anda önüme taş duvar gibi bir şey çarptı. "Ahhh! N'oluyor be!" diye sızlandım. Bakışlarımı kaldırır kaldırmaz, kocaman iri cüsseli bir adamın öfkeyle soluduğunu gördüm. Beton mu bu, yoksa canlı mı, emin olamadım. Telefonum yere düşmüştü, adam eğilip aldı ve tek kelime etti: "Al." Ay ne kadar da kibar bir beyefendi! "Önemli değil ya, bir dahakine dikkat edersiniz. Önünüze baksana be adam!" dedim omuz silkip. Sinirle soluyup telefonu elime sıkıştırdı ve hızla kapıya yöneldi. "Deli mi ne..." diye arkasından homurdandım. Üzerimi toparlayıp güvenlikten geçtim, asansöre doğru yürürken içimden homurdandım. Piyasanın bir numarası Hüseyin Özdemir'in kızı olmak ne berbat şeydi... Etrafında dönüp duran yapmacık insanlar, suni gülümsemeler, sahte samimiyet. Babamın odasının olduğu kata geldiğimde, Aysun abla güler yüzle karşıladı: "Hoş geldiniz Ezgi hanım, güvenlikten haber verdiler." Gözlerimi devirdim. İşte bundan bahsediyordum: "Ezgi hanım, hoş geldiniz..." Ezgi hanım ha. Yıllardır tanıyorsun beni Aysun abla, gerek yok bu resmiyete. "Hoş bulduk Aysun abla. Babam içeride mi?" "Evet, sizi bekliyor." Başımı sallayıp önüme geçmesini beklemeden kapıya yöneldim. Odasını zaten ezbere biliyorum. Kapıyı çalmadan, enerjimi de yanıma alıp hızla içeri daldım. Babam, ihtişam merakına yakışır şekilde devasa çalışma masasının ardında, sanki tahtında oturur gibi oturuyordu. İğneleyici bakışları, üzerimde geziniyor, resmen "hata ara" moduna geçmişti. Hiç oralı olmadan, karşısındaki sandalyeye yayılmak yerine eşyalarımı pat diye yan sandalyeye fırlattım. "Otursana," dedi sesi buz gibi, sanki tahtına çağırır gibi. Arsız bir sırıtışla karşılık verdim: Oturmak için senden izin mi alacağım, Hüseyin Reis? O sırada Aysun ablanın sesi imdadıma yetişti. Babamla iş konuşmaya başladı da, üzerimdeki baskıcı bakışlardan kurtuldum. Ben de fırsattan istifade etrafı süzmeye koyuldum. Babamın odası, tam bir güç gösterisiydi. Kalın siyah deri koltuklar, yer yer duvarlarda pahalı tablolar, masanın arkasında ise boydan boya cam ve camın ardında İstanbul Boğazı'nın kartpostal gibi manzarası. Oda, siyahın kasvetiyle kaplanmış gibiydi. Ağır, lüks, nefes aldırmayan bir ihtişam. Benim dünyam renklerden ibaretken, adamın dünyası siyah ve gri... şaşırdık mı? Aysun abla toplantı notlarını aktarırken, babam gözlüğünü çıkarıp masaya bıraktı. Lacivert takımı fit fiziğine oturmuştu, griye dönmüş saçlarının arasından yeşil gözleri parlıyordu. Karizmatikti, evet. Soğuk, sert, ürkütücü... Yani tam bir Hüseyin Özdemir. Ben mi? Hiç benzemem. Annemi zar zor hatırlıyorum ama gördüğüm kadarıyla bütün fiziksel özelliklerimi ondan almışım. Belki de bu yüzden babam bana hep yabancı gibi. "Akşam davet var," dedi gözlerini dosyadan ayırmadan. Kaşımı kaldırıp, kollarımı kavuşturdum. "Cidden mi? Beni buraya bunun için mi çağırdın? Telefonda da söyleyebilirdin. Bunca aksiyon üç kelime için miydi?" Öfkeli yeşil gözleri bu kez çehremi buldu. "Elbiseni aldım. Yine saçma sapan giyinip gelme. Al elbiseni, eve git hazırlan." Büyük kahve gözlerim daha da irileşti. Şaka gibi. Annem bizi terk edeli tam on yedi yıl oldu. On yedi yılda babamın bana kurduğu cümleleri saysam, on parmağımı geçmez. Hal böyleyken şimdi şirkete çağırması, elbise seçmesi... bilmiyorum, garip bir his kapladı içimi. Bunu buz gibi bir tonla yapmış olması umurumda değildi. Mesele, benim için bir şey yapmış olmasıydı. Kızı için... yıllar sonra. Az kalsın ağlayacaktım. Şaka tabii. Yeşilçam sahnesi mi çekiyoruz? Hüseyin Reis'in etrafında yine kontrol melekleri uçuşmuş belli ki. Kendi kahkahamı bastırmadan, rahat tavırlarla sandalyemden kalktım. "Elbiseyi Aysun ablaya verirsin, senin kalıplarına ölsem girmem." Öfkeyle dolan yeşil gözleri çehremi buldu. "O elbiseyi giyeceksin!" Kaşlarımı kaldırıp abartılı bir selam çaktım. "Emriniz olur padişahım, başka bir arzunuz?" "Ezgi!" diye kükreyip sandalyesinden fırlayınca, Aysun abla panikle odadan sıvıştı. Çünkü kasırga geliyordu. "Buyrun, buradayım," dedim pişkince. Bıkkınlık ve öfkeyle soluyarak tek kelime etti: "Eve git!" Ben de eşyalarımı kaptığım gibi fırladım odadan. Bu yaptığım inat değildi. Sadece onun beni ezmesine izin vermeyeceğimi göstermekti. Ya benimle düzgün bir ilişki kurardı, ya da böyle olurdu. Çünkü ben kimsenin kölesi değilim. && Son kez aynada kendime uzun uzun baktım. Üzerimde kırmızı, ince askılı, göğüs dekoltesi göbek deliğimde biten, saten bir elbise vardı. Elbise güzeldi ama fazla cüretkârdı ve ben kendimi hiç iyi hissetmiyordum. Neden giydim? Çünkü vicdanım dedi ki: "Kızım adam ilk defa sana elbise almış, bari giy de görsün." Yanına da bonus kuaför, makyaj... İçimden geçirdim: Bu adama babalık reddi davası açmak istiyorum ama çok zengin mirastan olamam. Büyük ikilem. Kahverengi saçlarım ensemde kusursuz bir topuz yapılmıştı. Makyajım ise... Allah'a emanet! Kıpkırmızı dudaklarım yüzüme sonradan yapıştırılmış gibiydi. Vallahi boşuna para vermiştik, kendi paletimle çok daha güzel makyaj yapardım. Aynadaki yansımamdan uzaklaşıp elbiseme uygun minik kırmızı çantama kredi kartımı ve telefonumu koydum. Odamdan çıktığımda, her zamanki gibi kontrast bir dünyaya adım atmış oldum. Biz Beşiktaş'ta, üç katlı kocaman bir yalıda oturuyorduk. Tahmin edersiniz, evimiz oldukça büyük ve şatafatlıydı. Tek mütevazı alan benim odam. Beyaz ve mavi renklerin hâkim olduğu odama girdiğimde nefes alır, ferahlardım. Ama odadan çıkar çıkmaz ağır altın işlemeler, gözümü yoran o ihtişam... Midemi bulandırıyordu. Babam beni büyük salonun kapısında görünce hızla ayağa kalktı ve tek kelime etmeden çıkışa yöneldi. Hep böyleydi. Söylemez, yapar. Benim de uyum sağlamamı bekler. Tabi ki ben hiçbir zaman uyum sağlamazdım. Bu da bana acayip keyif verirdi. Ona zıt gitmek, iletişim kuruyormuş hissi veriyordu. O kapıya yönelirken şaşırtıcı şekilde arkasından gittim. Oktay'ın yanına oturmak üzereyken babam kısa ve tek kelimelik bir talimat verdi: "Yanıma!" Yemin ederim, bu adam cümle kurmaya üşeniyor. Sinirle homurdandım ama dediğini yaptım. Belki bu kadar uyum sağlarsam fabrika ayarlarına döner diye küçücük bir umut... Kendimi kandırıyorum, farkındayım. Yıllardır bu soğukluk beni yormuştu; bir şeylerin değişmesini istiyordum. Arabada sessizlik hakimken, boya lekeli ellerime baktı ve öfkeyle göz devirdi. Bu adam bir insana bu kadar mı az şefkat gösterir? Şu an çok öfkeliydim. Benimle gurur duyması gerekirken... Bir an annemi düşündüm. Eğer o bizimle olsaydı, acaba ne yapardı? Anneme kızgınım ama babamın bu tavırlarını görünce bazen onu anladığım oluyor. Sonra tekrar düşünüyorum: Babam, ben küçükken böyle değildi; oyunlar oynar, annemi severdi. Sonra ne olduysa oldu. Çok küçüktüm, annemi sadece hayal meyal hatırlıyorum. Bizi terk etti. Kim bilir uzakta ne yapıyor? Çocuğu var mı? Bizsiz mutlu mu? Bir daha geri döner miydi? Belki gelir ama itiraf edeyim onu görmek ister miyim? Asla. Davetin yapılacağı yere varınca arabadan iner inmez magazincilerin flaşları üstümüze geldi. İçimden kocaman bir "Beni bir yerlere atsalar ne fark eder?" homurtusu çıktı. Salona girer girmez, babama hürmet edecekler başımızın etini yedi. Bir yandan babama yağcılık yapanlar, bir yandan da bana "Ne kadar güzel bir kız olmuşsun, aynı babana benziyorsun" diyen o bildik laflar... Herkes beni babama benzetiyordu. Komik. Hepsine koca bir yalan gülümsemesiyle karşılık vermekten başka elimden bir şey gelmiyordu. İçimden bir parça çığlık atıyordu, ama dışımdan sadece zarif, soğuk bir tebessüm akıyordu. Çünkü öğrendim: burada gerçek hislerle dolaşmak aptallıktı. Herkesin bi maskesi vardı benimki gibi. Tokalaşma ve selamlaşma faslı bittikten sonra, davetin ev sahibi Kalender Karahan masamıza yaklaştı. Sahte bir gülümsemeyle, "Hoş geldiniz." dedi. Adamı tanımıyordum ama babamla uzun yıllardır rakip olduklarını biliyordum. Babamın bu adamdan hiç hoşlanmadığını da. Dolayısıyla burada olmamız, benim için hâlâ anlam verilemez bir durumdu. "Hoş bulduk." dedi babam, tok ve sert sesiyle. Daha fazla birbirlerine katlanamayacaklarını fark etmiş olacaklar ki, kısa süre içinde farklı insanlarla sohbet etmeye dağıldılar. Ben de babamın kulağına eğilip, "Ben lavaboya gidiyorum." diye fısıldadım. Onaylayan kısa bir baş hareketinden sonra hızla salondan uzaklaştım. Siyah zemine işlenmiş altın desenli kapıyı araladığımda, davet salonunun gösterişine yakışır bir ihtişamla tasarlanmış lavaboyla karşılaştım. Duvarlarda parıldayan altın sarıları ve derin siyah detaylar... Aynaya yansıyan halime bakıp derin bir nefes aldım. Musluğu açıp avuçlarımı buz gibi suyla doldurdum, enseme çarptım. Su damlaları ince bir yol çizerek sırtımdan kalçama kadar süzüldü. Hafif bir rahatlama hissettim. Bu tür ortamlardan nefret ediyorum. Gösterişli kıyafetler, yapmacık kahkahalar... Rahatlığa düşkün biri olarak bu kasıntı kalabalığın içinde nefes almak bile zor geliyor. Ensemi bile kurulamadan hızla lavabodan çıktım, masaya doğru ilerliyordum ki çantamdan gelen bildirim sesiyle adımlarım durdu. Telefonu çıkarıp ekrana baktım. Oğuz. "Pınar'ın yeni projesini görsen gülmekten çatlarsın..." fotoğraf Fotoğrafı görür görmez kahkaham patladı. Nefesim ciğerlerimde dolaşıp tekrar dışarı taşarken, bu kızın gerçekten akıl hastası olduğuna bir kez daha emin oldum. Kahkahalarla Oğuz'a cevap yazmaya çalışırken ağır bir cüsseye kafam çarptı. "Ahh!" diye sızlanıp reflex olarak özür mırıldandım. Dışarıda olsam ağzımı açar, gözümü kapardım ama burası özel bir davet; babamla daha fazla inatlaşmak istemiyordum. Acıyla bana çarpan adama baktığımda içimden "Ee yuh!" geçti sabahki adam tam karşımdaydı, keskin siyah bakışlarıyla üzerimi şöyle bir taradı. "Sen." dedim sessizce. "Yolda yürüme eğitimi falan mı alsan acaba?" Cevabı gıcır gıcır bir ciddiyetle geldi: "Kafanı telefondan kaldırmazsan daha çok çarpışırız." Şaka yapmıyordu, suratında tek tip bir soğuk sakindi. Hadi canım, vay be! Ben de iğneleyici bir tonla, "Ben telefona bakıyorum, siz neye bakıyorsunuz?" diye geri çaktım. Adamın yüzüne uzun uzun baktım; sağa taranmış kahverengi saçları, belli belirsiz parlak göz kırpmaları ama esas dikkatimi çeken şey onun o taş gibi duruşuydu. Keskin hatlı yüzü sert, dudakları düzgün ve dolgun; iki–üç günlük kirli sakal da ona yakışmıştı. Siyah takım elbisesiyle tam "kural koyan patron" havasındaydı ama ben senaryo yazsam bu kadar karizmatik yapmazdım. Evet evet, itiraf: adam taş gibiydi. Her gün böyle çarpışsak asla şikayet etmem diyemiyorum ama aklımdan geçti. Elini uzattığında, "Ali Karahan." dedi; sesi pür dikkat çekiciydi ya da bana öyle geldi. "Ezgi Özdemir." dedim, uzatılan ele tam karşılık verecekken kolumu bir el sımsıkı kavradı. "Eve gidiyoruz!" Babamın öfkeli sesi koridordan yankılanınca bütün bedenim tuhaf bir şaşkınlığa büründü. Gözlerimi babama çevirdim; bakışları Ali'nin üzerinde, neredeyse öldürücüydü. Allah'ım, karşıma taş gibi bir adam çıkıyor ve beni babamla sürüklüyorsun. Rezillik looding.. Ali'nin tuhaf, takınmış bakışları üzerimizde dolaşırken omuz silkerek babamı takip ettim. Beni çocuk gibi çekiştirmesine sinir olmuştum; öfkeyle kolumu çekip söylenmeye başladım. Çırpınarak, "İyice yitirdin, çek elini!" desem de hiç umursamadı. Kolumu yeniden kavramaya çalıştı ama izin vermedim, hızla geri çektim. Artık dolmuştum. Yılların yüküydü bu; iletişimsiz, kısıtlı, sevgisiz geçen yılların. Ben kafamca yaşamak, insanlarla iletişim kurmak istiyordum. Ama ne mümkün... Her attığım adımda, önüme değer vermeyen babam çıkıyordu. Ve beni, herkesin önünde rezil ediyordu. Bıkkın bakışları yüzümde gezinirken dişlerinin arasından, "Düş önüme!" dedi. "Neden böylesin?!" Sesim titreyerek yükseldi, gözlerim doldu. Sitemim havada asılı kaldı ama o hiç aldırış etmedi, kolumu kavrayıp çekiştirerek yürümeye devam etti. Şakalarımla sakladığım bütün kırgınlıklarım bir anda yüzeye çıktı. "Neden?!" diye bağırdım öfke ve isyanla. Neden bana böyle davranıyordu? Neden annemin suçlarını bana yüklüyordu? "Sus!" dedi sertçe. "Yoruldum artık, bırak beni!" diye hiddetle kolumu çekiştirince birden durdu. İri bedeni bana döndü, yeşil gözleri derinlerime saplandı. "Aynı annen gibisin!" Nefesim kesildi. Bedenim titredi. Anneme benzediğim için nefret ediyordu benden. Ben de onun çocuğu değil miydim? Annemin günahlarında benim ne suçum vardı? "O yüzden sevmiyorsun beni, değil mi?" Sesim titredi. "O yüzden ben yokmuşum gibi davranıyorsun. Ama kötü bir haberim var: Ben senin de kızınım. Ve maalesef hayatında varım." Bir an afalladı ama o nefret dolu bakışlar hemen geri döndü. "Saçma sapan konuşma!" dedi ve kaldığı yerden çekiştirmeye devam etti. Ağlamaklı sesim kahkahaya dönüştü. "Ne oldu, gerçekleri duymak ağır mı geldi? Ben yıllardır bu gerçekle yaşıyorum!" Soğuk gece rüzgârı yüzümü yalarken, arabayı bekliyorduk. Babama dişlerimin arasından tısladım: "Senden de annemden de nefret ediyorum!" Kahve gözlerim ona döndüğünde, o çoktan boş boş caddeye bakıyordu. "Bakamayacağınız bir çocuğu dünyaya getirdiniz!" "Neyin eksik..." diye mırıldandı. "Sevgi, saygı..." Gözyaşlarım artık saklanmaz olmuştu. "Ama sen ne bilirsin ki bunları!" Babam omuzlarımdan tutup beni kendine çevirdi. "Bak kızım..." diye başladı. Ama bakışları birden caddeye kaydı, kaşları çatıldı ve cümlesi havada kaldı. "Kızım mı?" diye bağırdım öfkeyle. "Bir kızın olduğunu hatırladın yani?! Yıllardır beklediğim şey buydu işte..." Ben sadece babamı istiyordum. Onunla mutlu bir hayat istiyordum. Huzurlu bir hayat. Ama çok acizdim. Bizden biraz uzakta duran siyah arabaya dikkat kesilmişti. Bu benim öfkemi daha da körükledi. "Kime ne anlatıyorum ben?!" diye bağırırken, birden onun sert sesi yankılandı: "EZGİ!" Sırtını bana siper etti, beni kollarının arasına çekti. Ve o an... üç el silah sesi karanlığı yırttı. Kulaklarımda süratle uzaklaşan bir arabanın sesi çınlarken zaman durdu. Koca caddede yalnızca biz vardık. Ben, babam... ve onun zorla aldığı nefeslerin sesi. Babam bana sıkı sıkı sarılırken, bedenlerimizle birlikte yavaşça yere düştük. Ben altta, babam üzerimdeydi; kolları etrafımı kavramış, sanki hâlâ koruyormuş gibi sarılıyordu. Ne olduğunu, ne yaşadığımızı idrak edemiyordum. Karanlık cadde... Üç el silah sesi... Ve babamın ağır nefesleri. Ellerim sırtına kaydığında tenime sıcak, kaygan bir sıvı bulaştı. Gözlerim şokla büyüdü. "Baba..." diye fısıldadım, sesim titreyerek. "E–Ezgi..." Nefeslerinin arasından çıkan tek kelime kalbime ok gibi saplandı. "Baba sen... vuruldun mu? İyi misin?!" Panik dolu sesim, onun düzensiz nefeslerine karışıyordu. Çaresizce etrafa bağırdım: "YARDIM EDİN! NE OLUR BİRİ YARDIM ETSİN!" Babamın kısık sesi yeniden ulaştı kulaklarıma. "Seni çok seviyorum, kızım." Kalbim sıkıştı. Bunlar veda sözleri miydi? "Her zaman sevdim... sadece sebeplerim vardı. Güçlü ol, tamam mı?" Hayır. Hayır! Veda etmeyecekti! Bunu bana yapamazdı. "Saçmalama! Gidecekmişsin gibi konuşma!" dedim gözyaşlarım seller gibi akarken. Onun hırıltılı nefesleri ise kulaklarımı parçalıyordu. Göğsü hızla inip kalkıyor, bedeni titreyerek ağırlaşıyordu. "Baba..." Sesim neredeyse çıkmadı. Bir an sonra tüm ağırlığını üzerime verdi. "Hayır... hayır baba, lütfen!" "BABA!" diye çığlık attım, belki sesim ona ulaşır diye. Ama karşılığı yalnızca sessizlikti. "Baba lütfen kalk! Ne olur beni bu kez dinle!" Hıçkırıklarım kelimeleri yutarken omuzlarını salladım, kımıldaması için. "Baba, konuşalım... bu kez ben hazırım. Ne olur kalk! Babaaa!" "Ben de seni seviyorum baba!" dedim parçalanan sesimle. Dudaklarım titredi, gözyaşlarım yüzümü yakıyordu. "Lütfen... bir şey söyle. Gitme..." En sonunda hıçkırıklarım fısıltıya döndü: "Baba... sen de gitme."

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

30 Days to Freedom: Abandoned Luna is Secret Shadow King

read
285.6K
bc

Too Late for Regret

read
199.9K
bc

Just One Kiss, before divorcing me

read
1.4M
bc

Alpha's Regret: the Luna is Secret Heiress!

read
1.1M
bc

The Warrior's Broken Mate

read
116.9K
bc

The Lost Pack

read
204.9K
bc

Revenge, served in a black dress

read
113.9K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook