2. Bölüm

1861 Words
Kulaklarımda sadece üç el silah sesi ve babamın son kelimeleri: "Seni seviyorum kızım." "Her zaman sevdim, sadece sebeplerim vardı. Güçlü ol, tamam mı?" Davetin olduğu mekân her yeri aydınlatmaya yetse de klasik müziğin sesi tüm caddeyi doldursa da biz babamla karanlık ve sessizlik içinde boğuluyorduk. Benim kulağımda onun son kelimeleri dönüp dururken, o tamamen sessizliğe gömülmüştü. Nefes alıyor muydu, bilmiyordum. Son gücümle tekrar "BABA!" diye bağırmamla babamın ağırlığı üzerimden kayboldu. Kendine geldiğini düşünerek sevinçle gözlerimi açtığımda tepemde bana bakan bir sürü korku dolu gözle karşılaştım. Hani bazı anlar olur ya, bedenen bir yerdesindir ama olduğun mekândaki hiçbir şeyi algılayamazsın, hiçbir ses kulaklarına ilişmez. Çünkü kulaklarının duymak istediği ses değildir onlar. Tek bir şeyi ararsın, tek bir kişiden hayat belirtisi beklersin. İşte o hayat belirtisinin dışındaki her şeye sağır kesilirsin. Fakat bilemezsin, sağırlığın devam mı edecek, yoksa bitecek mi… Dediğim gibi de oldu; yerden kaldırıldım, babamdan uzaklaştırıldım ve bunların kimin yaptığının bile farkında değildim. Sadece ağlıyordum. Gözlerimden incilerim benden izinsiz hunharca akıyordu. Hayatım benden izinsiz zamanı akıtıyordu. O zamanı durduramıyordum. Ne olduğunu anlayamıyordum. Babam yerde kanlar içinde yatıyordu; görüş alanıma giren tek şey buydu. Beynim “O da gitti.” diye bas bas bağırıyordu… Ama kalbim “Her şey bir rüya.” diye telkin ediyordu benliğimi. Deliriyor muydum? Yoksa her şey bir kâbustan mı ibaretti? Güçlü ellerin omuzlarıma yerleşip sarsmasıyla sağırlığım bitmişti. Bitmişti, lanet sağırlığım bitmişti ve etraftaki telaşlı koşuşturmalar, bağırışlar kulaklarıma eziyet ediyordu. Karşımda kısık kara hareler bana bir şeyler anlatıyordu; sesi kulaklarımdaydı fakat bana hiçbir anlam ifade etmiyordu söyledikleri. Duyuyordum fakat anlamıyordum. Beni tekrar tüm gücüyle sarsmasıyla söyledikleri anlam kazanmaya başladı: “Kendine gel!” diyordu, kendine gel… Benim kendime gelmeme değil, babamın bana gelmesine ihtiyacım vardı. “B-ba-bam…” dedim titreyen sesimle; kesik nefeslerimin arasından hıçkırıklarım peydah olurken, Ali omuzlarımda olan elleriyle beni kendine çekip sarıldı. “Güçlü ol… Ambulans yolda geliyor, o iyi olacak…” Hiçbir şey söyleyemedim… Nefesimi toparlayıp başka bir kelime edemedim. Neler olduğunun bilincinde dahi değildim; sadece onun iyi olmasını istiyordum. Varsın benimle konuşmasın ama iyi olsun. Varsın bir ömür yüzüme bakmasın ama yaşasın. Varsın beni sevmesin ama gözümün önünde nefes alsın. Her ne olursa olsun onu çok seviyorum ve onu kaybetmeye dayanamam. O benim tek dalım, tek tutanağım… Ambulansın gelmesiyle babam sedyeye bindirildi. Ben her şeyi uzaktan izlerken Ali hâlâ beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Ambulansa binmek istesem de buna izin vermediler. Ambulans hareket etmeden, Ali’nin eşliğinde bir arabanın ön koltuğuna bindirildim. Hangi arabaya bindim, şoför nerede, nereye gidiyoruz hiçbir şeyin farkında değildim. Tek bildiğim, arabayı Ali’nin kullandığıydı. Hıçkırıklarımın eşliğinde hastaneye vardığımızda koşarak girişe yöneldim. Beni yönlendiren hemşirelerin eşliğinde ameliyathane katına çıktığımda Ali de benimle birlikteydi. Ondan başka kimse yoktu ve onun neden yanımda olduğunu bilmiyordum. Şu an önemli de değildi… Önemli olan tek şey, babamın iyi olduğunu öğrenmekti. Fakat kimse bir açıklama yapmıyordu. Hastanenin soğuk koridorunda, buz gibi beyaz ışıkların altında, soğuk duvarlara yaslanmış bir şekilde dizlerimi kendime çekmiş oturuyordum. Fayans zeminden yayılan keskin serinlik incecik kıyafetimden içime işliyor, adeta kemiklerime kadar donuyordum. Çevremde antiseptiğin keskin kokusu ve floresan lambaların boğucu aydınlığı vardı. Her şey benden habersiz nefes alıp veriyordu; koridor sessiz ama sessizliğin altından kaynayan bir gerginlik vardı. Benim gözümdeyse tek bir şey vardı: ameliyathane kapısı. Hissettiğim tek şey kuşkuydu… Ya ona bir şey olursa kuşkusu. “Ona bir şey olmazdı, değil mi?” diye fısıldadım kendi içimde. Babalar güçlüdür, onlara bir şey olmaz. Benim babam da güçlüdür… Hem de çok güçlüdür. Annem beni bıraktığında, o beni bırakmamıştı. Şimdi de bırakmazdı. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum; tek bildiğim, hiç kımıldamadan orada öylece beklememdi. Bir elin omzuma dokunmasıyla bakışlarımı ameliyathane kapısından çekmek zorunda kaldım. “Birilerini aramamı ister misin?” Başımı hayır anlamında salladıktan sonra tekrar kapıya diktim gözlerimi. Arayabileceğim hiç kimsem yoktu ve tanımadığım birine bunu söyleyemezdim. “Burada beklemene gerek yok,” dedim sessizce. “Bu kata kimseyi almıyorlar. Eğer yanında başka birini istiyorsan, yerime onu aldırabilirim.” Gözyaşlarım göz pınarlarıma hücum ederken derince yutkundum. “Kimseyi istemiyorum,” dedim çatallı çıkan sesimle. Duvara sırtını dayayıp ağır ağır yanıma çöküp bağdaş kurdu. “Üzgünüm… Biri gelmeden seni yalnız bırakmak çok da mantıklı değil.” Derin bir nefes alıp bakışlarımı yeniden ameliyathane kapısına sabitledim. Koridorda zaman ağır aksak ilerliyordu, her saniye boğazıma bir düğüm daha atıyordu. Bir süre sonra kapının açılmasıyla birlikte doktor dışarı çıktı ve ben ayağa fırladım. “Babam nasıl? İyi, değil mi? Ne zaman görebilirim? Hemen görsem? Lütfen…” Ben sorularımı art arda sıralarken doktor ellerini omzuma yerleştirdi. “Önce bir sakin ol lütfen,” dedi. “Bir şey mi oldu, iyi değil mi? Bir şey yok, değil mi?” Buğulu gözlerimle doktorun ağzının içine bakıyordum. İyi bir şey söylemesi için bildiğim tüm duaları ederken, doktor ne söyleyeceğini bilemezmiş gibi yüzüme bakmakla yetiniyordu. Artık tahammül edecek sabrım yoktu! İyi olduğunu bilmek istiyordum… “BİR ŞEY SÖYLESENE!” diye bağırmamla derin bir nefes aldı ve bende deprem etkisi yaratacak cümlelerini kurdu: “Üzgünüm…” “Elimizden geleni yaptık…” “Başınız sağ olsun.” “NE?” Nefeslerim düzensizleşirken geriye doğru bir adım attım, elim göğsüme gitti. “NE!” dedim tekrar; nefesim kesilirken boğazımda kocaman bir yumru hissettim. Doktor, acıdığını belli eden bakışlarını yüzümde gezdirirken içim alevle doldu. Kalbim bir köz gibi yanıyor, boğazım kupkuru kesiliyordu. Öfkem, içinde yıllardır biriken lavlar gibi kabarıp volkanın patlaması gibi dışarı fırladı. “YALAN!” dedim son gücümle. Karşımda duran adam bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ama kelimeler bana ulaşmıyordu. Her şey ağır çekimdeydi; yaşamak istemeyeceğim tek anı, ağır çekimde ve keskin acılarla yaşıyordum. Ellerimi diz kapaklarıma bastırıp derin nefesler almaya çalıştım, ama beceremedim. İçimde büyük bir deprem olmuştu; evlerim bir bir yıkılıyor, ben enkazın altında çırpınmaya çalışıyordum. Bilincim yavaş yavaş kapanırken güçlü kolların arasında havalandığımı hissettim. Gerisi bir film şeridi gibiydi… Bir sedyeye yatırıldığımı, soğuk metal kenarlarının tenime değdiğini anımsıyorum sadece. Gözlerimi her araladığımda kısık kısık kara harelerle karşılaşıyordum; sesler bir uğultuya, yüzler gölgelere dönüşmüştü. Sonunda yenilip kendimi karanlığın derinliklerine bıraktım… && “İyi mi?” “Sanmıyorum.” Sessizce söylenen kelime kulaklarıma ulaşmıştı. Ses yabancı gelmiyordu ama kime ait olduğunu da çıkaramıyordum. Zaten benim odama kimse kolay kolay gelmezdi ki… Kuşkuyla gözlerimi araladım. Karanlığın içinden, floresan ışığın solgun yansıması gözlerime doldu. Elimi refleksle göz hizama kaldırıp ışığın keskinliğini engellemeye çalıştım. Etraf bulanık çizgilerden ibaretti; flu bir tablonun içindeydim sanki. Görüşüm yavaş yavaş netleştiğinde, yatağımın başucunda beliren kızıl kısa saç telleri dikkatimi çekti. Kalbime sıcak bir dalga yayıldı. Evimizin çalışanı, yıllardır yanımızda olan Ayfer teyzenin siluetiydi bu. “Ayfer teyze…” dedim, zor çıkan sesimle. “Kuzum…” dedi. Sesi, uzun zamandır aradığım bir şefkatin dokusu gibiydi. Yumuşak elleri saçlarıma usulca dokunduğunda içimde anne sıcaklığına en yakın duyguyu hissettim. Sanki başımı onun avuçlarına bırakabilsem bütün acılarım dinerdi. “Ayfer teyze… Çok kötü bir kâbus gördüm, gerçek gibiydi.” Korkuyla konuşurken, Ayfer teyzenin gözlerinden iki damla yaş yanaklarından süzüldü. Onu öyle görünce yattığım yerden doğruldum, nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Bembeyaz bir odanın içinde olduğumu fark ettiğimde kaşlarım istemsizce çatıldı. Bakışlarım kapının girişine kaydığında binalar yeniden üzerime yıkıldı. O kısık ve parlak kara hareler… Onları görünce hiçbir şeyin kâbus olmadığını yüzüme tokat gibi çarptı. O hâlâ buradaydı. Bana acır gibi bakan kara harelerle göz göze gelince içimde bir şeyler çatırdadı. Omuzlarımı dikleştirip ayaklarımı yataktan dışarı saldım. “Beni ona götür.” Güçlü durmaya çalışsam da kelimeler dudaklarımdan zorla dökülüyordu. “Kuzum… Dinlen biraz, yat hadi.” Omuzlarımdan tutup beni tekrar yatağa yatırmaya çalıştı. Ama ben, kahverengi gözlerimi onun gözlerine diktim ve sesimi yükselttim: “BENİ ONA GÖTÜR DEDİM!” Yataktan kalkıp kapıya doğru yöneldiğimde kara harelerle bakışlarımız kesişti. Kalbim bir anlığına dondu, sonra hızla başımı çevirdim. Adımlarım beni odadan dışarı fırlatırken Ayfer teyze de arkamdan yetişmeye çalışıyordu. Hemşirenin eşliğinde morg kapısına geldiğimde, “Tek gireceğim,” dedim kendimden emin bir tavırla. Hemşire başıyla onayladıktan sonra kapıyı açıp içeri girmemi işaret etti. Yutkunarak ağır adımlarla içeri girdim; arkamdan kapanan kapının tok ve metalik sesi kulaklarımı delercesine yankılandı. Loş ışıkların altında, soğuk metal kokusunun hâkim olduğu odada, ortada duran bir sedye vardı. Üzeri beyaz bir çarşafla örtülmüştü. Ayaklarım beni taşımaz olmuştu sanki; her adımda ciğerlerime buz keskinliğinde bir hava doluyordu. Ağır ağır ilerleyip derin bir nefes aldım, sonra titreyen ellerimle çarşafı araladım. Ve işte karşımdaydı… Bembeyaz kesilmiş, solgun dudakları kapanmış, göğsü kıpırdamayan babam. Sanki hayatla arasındaki tüm bağ kopmuş, geriye sadece bir kabuk kalmıştı. Bir anlığına dizlerimin üzerine yığılıp kalacak gibi hissettim; boğazıma görünmez bir el yapışmış, nefesimi çekip benden almaya çalışıyordu. Bir süre öylece, nefes almadan, gözlerim ondan ayrılmadan kaldım. Sonra titreyen elimle yüzüne uzandım. Baş parmağımla solgun yanağını okşadım. “Baba… buz gibisin,” dedim, endişe ve korkunun iç içe geçtiği sesimle. “Çok üşümüşsün sen…” Gözyaşlarım babamın cansız bedenine çarparken burnumu çekip konuşmaya devam ettim: “Ama sen soğuğu sevmezsin ki baba… Sıcağı seversin. Hatırlıyor musun, ben küçükken kış geldiği zaman sinirlenir, annemle beni tatile çıkarırdın. Ama annem gittikten sonra sıcağı da beni de sevmez oldun…” Tatile gittiğimiz günler gözlerimde canlandığında buruk bir tebessüm belirdi. Babamın bana yüzmeyi öğretmeye çalıştığı o anlar, benimle oyunlar oynayışı, ona sarılışlarım, koklayışlarım… hepsi bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. İç çekip başımı göğsüne koydum. Son kez kokusunu içime çekmek istedim. Tekrar ve son kez… ama baba kokusu dolmadı burnuma. Sessizliğin, acının, ölümün kokusu sindi genzime. Bitmeyen yaşlarım göğsüne damlarken kısık bir sesle fısıldadım: “Seninle bu şekilde olmayı hayal ediyordum hep, bak gerçek oldu… Ne olursa olsun ben seni hep sevdim baba, biliyor musun? Hep bir umudum vardı eskisi gibi olacağımızı düşünüyordum. Artık olamayacağız, değil mi? Çünkü sen de gidiyorsun… Annem gibi sen de gidiyorsun… Hani babalar gitmezdi? Babalar güçlüydü… Sen de güçlüydün…” Boğazımdaki düğüm büyüdükçe büyüdü; dudaklarım kupkuru, burnum sızlıyor, gözlerim yanıyordu. Derin bir nefes almaya çalıştım ama içim boşlukla doluydu. “En çok neyi özlüyorum biliyor musun?” dedim fısıltıyla. Şu an tek isteğim, sorduğum sorunun cevabını onun dudaklarından duymaktı. Ama hayatta istediğim hiçbir şeyin gerçekleşmediği gibi bu da gerçekleşmeyecekti… “Cevap veremeyeceksin tabii ki… Veremeyeceksin. Küçükken uyumadan önce bana hep masal anlatırdın. Şimdi de anlatsana baba… Bu olanların hepsinin yalan olduğuna dair bir masal anlat bana baba. Rüya olduğunu, birazdan odamda uyanacağımı anlat… Buna çok ihtiyacım var. Baba, benim sana çok ihtiyacım var. Benim senden başka kimsem yok ki… Sen benimle konuşmasan da sen benim her şeyimdin. Sen de gitme… N’olur…” Aklıma ona ettiğim son sözler geldiğinde içim paramparça oldu. “Özür dilerim baba… Özür dilerim…” Hıçkırıklarımın şiddeti arttığında odanın kapısı hızla açıldı. Bakışlarımı o yöne çevirdiğimde tekrar kara gözlerle karşılaştım. Yaşlarımı hızla sildim, elimi babamın kır saçlarına götürüp gülümsedim. “Ben de seni seviyorum babacığım… Ben de seninle gurur duyuyorum ama enkaz altında kalmışken ne kadar güçlü olabilirim bilmiyorum…” Yanaklarından öpüp kulağına eğildim. “Hoşça kal…” dedim sessizce. Sessizce yanından kalktım, kapıya doğru ilerledim. Arkamda babamı bırakıp hastanenin soğuk koridorunda yürümeye başladım. Koridor, loş ışıkları ve antiseptiğin keskin kokusuyla bir labirent gibi önümde uzanıyor, her adımda ayak seslerim yankılanıyordu. Artık mucizelere inanmıyorum. Hayat bana şunu öğretti: hayat çok acımasız. Mucize yerine tüm hayatını alt üst edebilecek bir deprem yaratıyor. Umutla tek tek, özene bezene kurduğun evlerini hiç acımadan tek seferde yıkabiliyor. Sen enkazın altında kalırken, o sana gülümseyerek “Şimdi ne bok yiyeceksin?” diyor acımasızca. Kayıbın ve acınla tek başına kalınca, o acıyı yenip güçlü olmak yerine, içinde daha da büyütüyorsun. Daha sonra bir bakmışsın, benliğin tamamen acı olmuş… Sen acı olmuşsun. Sen diye bir şey kalmamış…
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD