Çabuk öğrenen biri olduğumu söylemiş miydim? Kara hareleri yüzümün her detayını süzerken, yalan söylemenin verdiği rahatsızlık yüzüme asılı kalmıştı. Kim böyle bir adama koşulsuz güvenebilirdi ki? Onun da bana güvenmediğine emindim. Bu yüzden, yalandan verilen bir sözde hiçbir sorun görmüyordum. Zaten yalan olduğunu biliyorsa, bu da yalan sayılmazdı.
Öyle değil mi?
Ali “O hâlde,” dedi ve tekrar koltuğuna yerleşti. Elleri kanepenin kulplarına yayılırken kısık hareleri üzerimden bir an olsun ayrılmıyordu. “Ne buldun bu zamana kadar?”
Bir avuç yalan, bir tutam sahtekârlık, biraz da kan ve vahşet buldum. Ne bulacağım ki!
“Ne bulabilirim!” dedim sinirle. “Seni buldum işte!”
Öfkeyle göz devirdi ve yerinden kalktı. O an, cebimdeki kartların varlığı içimde bir kıpırdanmaya sebep oldu. Acaba ona söylemeli miydim?
Niye söyleyecektim ki? O bana ne bilgi verdi de ben ona bu kadar önemli bir şey anlatacaktım? Belki bu kartlardaki isimler onunla ilgiliydi. Yok yok, ona bilgi kırıntısı bile vermem. Onu oyalayacağım; öğrenmem gerekenleri kendi yöntemimle öğreneceğim.
Sert ve kendinden emin adımlarla üzerime doğru gelirken istemsizce geriledim. Dudaklarım aralandı.
“Bana bak, sürekli üzerime üzerime yürüyüp dengelerimle oynama! Dur be, durduğun yerde! Deli misin sen?”
Yaklaşma fetişi var galiba!
Çarpık bir gülümseme yüzünde belirdi. Aramızda yalnızca bir adım kalmıştı. Sırtım duvarla buluştuğunda kaçacak yerimin kalmadığını fark ettim. O son adımı da attı ve kaslı kolunu duvara yasladı.
Sıcak soluğu yüzümü delerken, odunsu kokusu ciğerlerimi talan ediyordu. Delici kara bakışları, koca kahve gözlerime mıhlanmıştı.
“Tımarhanede yatmışlığım var,” dedi; yüzündeki alaycılık bir anda kaybolmuştu.
“Bana yalan söylersen…” diye fısıldadı, sesi buz gibiydi.
Bir adım daha yaklaştı, mümkünmüş gibi.
“Külahları değişiriz,” diye tısladı.
Ve ben… sanırım o an ruhumu teslim ettim.
Nutkum tutulmuş, sıfatsız sıfatına bakarken ellerimi göğsüne yerleştirip tüm gücümle itmeye çalıştım ama yerinden kıpırdamadı.
“Aaaa!” dedim öfkeyle. “Çekil git! Dibime dibime girip gözdağı veriyorsun! Senden korktuğumu mu sanıyorsun sen?”
Derken ellerimin titremesi… ironik miydi?
Alayla gülümsedi. “Korksan iyi edersin,” derken sesi bir an bile titremedi.
Psikopat, ruh hastası, manyak herif!
Tipe bak… kendini ne sanıyor bu!
Burnu neredeyse burnuma değmek üzereydi. O kadar yakındı ki nefesleri dudaklarımı okşuyordu; gözlerindeki karanlık, içime dolup nefesimi kesiyordu.
“Çok yanlış bir kıza çatıyorsun, Ali Karahan!” dediğimde yemin ederim sesim titremedi. O kadar sinirlenmiştim ve kendimden o kadar emindim ki şu dağ gibi adamı tek lokmada yutabilecekmişim gibi hissediyordum.
“Biliyorum,” dedi. Kara gözleri buğulanmış, bakışları dudaklarıma inmişti. O an tekrar tüm gücümle ittim ama kıpırdamadı.
Bir an oldu sadece… o gözlerde başka bir şey döndü. Kedi hızla kollarını indirdi, bir adım geri çekildi.
Arkasını döndü. Hızla uzaklaşırken bir an bana baktı, sesi yankı gibi çınladı:
“Eğer bir şey öğrenirsen, haberim olsun!”
Hızını kesmeden çıkışa ilerledi.
Arkasından bağırdım:
“Emrin olur, öküz herif!”
Öfkeyle odanın içinde dolanıyordum. Bu adamdan alacağımı alıp ondan kurtulmam gerekiyordu. Ali çok tehlikeliydi, bunu artık inkâr edemezdim. Ondan uzak durmalıydım. Evet… bunu yapacaktım.
Ayfer teyzeyi bile görmeden hızla yalıdan çıktım. İlk bulduğum taksiye binip kaldığım otelin adresini verdim. Yolda kalbim hâlâ hızlı atıyordu; sinir, korku, merak birbirine karışmıştı.
Otele vardığımda üzerimde öyle bir yorgunluk vardı ki… Bütün bu olanlar üzerimden geçmiş, sanki beni çiğneyip çiğneyip tükürmüş gibiydi. Aynadaki yansımama baktım; tanımadığım bir yorgun kadın bana bakıyordu.
Hızla sıcak bir duş aldım. Suyun vücuduma çarpışı, sinirlerimin üzerinden geçen küçük bir teselli gibiydi. Ardından yumuşak yatağa uzandım. Beynimde dolanan tilkiler beni rahat bırakmayacaktı belki ama günlerdir ilk kez uykuya gerçekten ihtiyacım vardı.
Yarın o adreslere gideceğim. Ne olduklarını, kiminle bağlantılı olduklarını öğreneceğim. Ama şimdi… şimdilik, kendimi uykunun güvenli kollarına bırakma zamanıydı.
**
Oktay beni ne kadar kendi elleriyle götürmek istese de, ben bu adreslere tek başıma gitmeye kararlıydım. Bana şirketten bir araba ayarladığı için sabah erkenden yola koyuldum. Hande de Oktay gibi ısrar etmişti ama onları dinlemedim. Bu işi tek başıma çözmek istiyordum. En fazla ne olabilirdi ki?
Arabanın motoru çalıştığında, İstanbul’un griliği henüz tam dağılmamıştı. Yollar sessiz, şehir uykusundan yeni uyanıyordu. Gökyüzü açık bir maviye çalıyor, Boğaz’ın üstünde sabah sisi bir tül gibi dans ediyordu. Direksiyonu kavradığımda, sanki sadece şehirden değil, geçmişimden de uzaklaşıyordum. Beton kuleler geride kaldıkça nefesim açıldı, içimdeki gerginlik yavaş yavaş çözülmeye başladı.
Köprüyü geçip otoyola çıktığımda, şehir artık arkamda küçük bir leke gibiydi. Yol kıvrıldıkça renkler değişti; gri binaların yerini yeşil tarlalar, gri dumanın yerini mis gibi çam ve tuz kokusu aldı. Her kilometrede, içimdeki karmaşa biraz daha azaldı.
Ege’ye yaklaştıkça manzara değişti; rüzgâr deniz kokusunu taşıyordu artık. Ufukta beliren o mavilik, bir tablo gibi gözlerimin önüne serildi. Zeytinlikler kıyılara kadar uzanıyor, güneşin altında gümüş gibi parlıyordu. Yolun iki yanında sararmış otlar, güneşe alışmış taş evler ve kiremit çatılarla dolu köyler uzanıyordu. Her virajda deniz biraz daha yaklaşıyor, maviliği göz kırparak bana “az kaldı” der gibiydi.
O an fark ettim; ne kadar uzaklaşırsam, o kadar yaklaşıyordum gerçeğe.
Kesik ve Fezo… Kart üzerindeki numara kullanıma kapatılmıştı. “Sokaklarda” yazıyordu ama hangi sokakta, nereden bilebilirdim ki? İstanbul’da tonla sokak var! O yüzden ilk hedefim, Söke’deki saatçiydi. Yolum uzundu ama merak her şeyden üstündü.
Güneş tepelerin ardına doğru eğilirken Söke’ye vardım. Şehrin o kargaşalı sesi geride kalmış, yerini kuşların ötüşüyle karışık rüzgârın hışırtısı almıştı. Dar yolların iki yanına dizilmiş taş evler, sanki yıllardır birbirlerine yaslanarak ayakta kalmış gibiydi. Arabanın lastikleri taş zeminde ağır ağır dönerken, sessizliğin ortasında sadece motorun uğultusu yankılanıyordu.
Köyün iç kısmına doğru ilerledikçe sokaklar daraldı, taşlar daha eski, renkler daha solgun hale geldi. Zeytin ağaçlarının arasından süzülen ışık toprak yollara altın serpmiş gibiydi. Bir noktadan sonra asfalt tamamen bitti; yerini, eski zamanlardan kalma taş bir cadde aldı. Direksiyonu kenara kırıp arabayı park ettim. Motor sustuğunda geriye sadece kuşların sesi kaldı.
Kapıyı açıp dışarı adım attığımda rüzgâr yüzüme hafifçe dokundu. Topuklu ayakkabılarım taş zemine vurdukça “tık, tık, tık” diye yankılanıyordu; o ses, sokak boyunca yankılandı, sanki bütün kasaba beni dinliyordu. Hava, tuzla toprak arasında gidip gelen bir koku taşıyordu. Güneş batmaya yaklaşmıştı; sokak lambaları yanmış, pencerelerden sarı ışıklar sızmaya başlamıştı.
İlerledikçe küçük bir meydan çıktı karşıma. Meydanın tam köşesinde, camı buğulanmış bir dükkân: Süleyman Saatçilik.
Koyu ahşap bir kapısı vardı; üzerinde solmuş altın harflerle yazılmış tabelası, rüzgârla hafifçe sallanıyordu. Vitrininde tozla kaplanmış eski cep saatleri, durup durmuş duvar saatleri vardı. Camın arkasında bir zaman kokusu, bir sessizlik birikmiş gibiydi.
Adımlarımı yavaşlattım. Kalbim bir sebepsiz hızlanmıştı; dudaklarımın kenarında beliren endişeyi bastırmak ister gibi derin bir nefes aldım. Gözlerim vitrindeki saatlerin üzerine kaydı — biri, tam ortadaki eski cep saati, çalışıyordu.
Tüm diğerleri durmuşken yalnızca o tıkır tıkır ilerliyordu.
İçimde bir ürperti yükseldi. Yaklaştıkça camın yansımasında kendimle birlikte başka bir siluet gördüm — uzun, siyah paltolu, arka tarafta duran bir adamın gölgesi. Gözlerimi kırptım ama siluet kaybolmadı, yalnızca başını çevirdi… ve o an, tanıdık bir yüz parladı camın ardında.
Yutkundum. Nefesim kesildi. Olamazdı.
Adımlarımın sesi sustu, sadece kalp atışımı duyuyordum artık. Camın buğusuna elimle hafifçe dokundum.
Vitrinin ardında bana bakan yüzü görünce dudaklarımdan fısıltı gibi bir kelime döküldü:
“Şaka mı bu?”