1. BÖLÜM: BENİ SATTIN!!!

2234 Words
ZİŞAN ADAR: Konağın avlusunda ayak sesleri yankılandığında içim ürperdi. Taş duvarların arasında çınlayan o ses, sıradan bir misafirin gelişi değildi. Hepimiz biliyorduk; bu ses Mardin’in en çok korkulan adamına aitti: Canpolat Adar. Konak yılların ağırlığını taşıyan, kalın taşlarla örülmüş bir yapıydı. Pencereler dar ve yüksek, avlu genişti. Ortadaki kuru fıskiye artık su vermiyordu, taşları yosun tutmuştu. Havanın boğucu sıcaklığı geceye rağmen dağılmamıştı; taşların üzerinden yükselen buhar insanın nefesini yakıyordu. Ama asıl yakıcı olan, yaklaşan adamın gölgesiydi. Sanki adım adım ölüm geliyordu. Babam, avlunun ortasında ağır adımlarla dolaşıyor, elleri arkasında birleşmişti. Omuzları düşmüş, bakışları karanlıklaşmıştı. Çaresizlik, alnındaki çizgilere kazınmıştı. Ama yine de başı dik durmaya çalışıyordu. Çünkü o da bir aşiretin başıydı. Yıllarca sınırda kaçakçılık yapmış, adını duyurmuştu. İnsanlar ondan çekinirdi. Ama şimdi… Onu bile titreten bir adam vardı: Canpolat Adar. Kapı ağır bir gıcırtıyla açıldı. Demir kapının sürgüsü itilince avluya keskin bir ayak sesi düştü. Gözlerim istemsiz o tarafa kaydı. İçeri giren, uzun boyu ve heybetiyle bütün havayı değiştirdi. Siyah takım elbisesi, beyaz gömleğinin ilk iki düğmesi çözülmüş, kirli sakalı ve keskin bakışlarıyla bir gölge gibi konak duvarlarına yayıldı. Dışarıda adamları dizilmişti bile. Oldukça kalabalıklardı. O, Mardin’in korkulu rüyasıydı. Adı, fısıltılarla anılırdı. Çocuklar geceleri uyumazsa anneleri adını söylerdi: “Uslu ol yoksa Canpolat gelir.” Erkekler bile onunla karşılaşmamak için yolunu değiştirirdi. Ağa mıydı, mafya mıydı, yoksa şeytanın kendisi mi? Kimse tam bilemezdi. Tek bildikleri şuydu: Canpolat ne isterse, mutlaka alırdı. Benim kalbim göğsümde gümbür gümbür çarpıyordu. Ayağa kalksam dizlerim titrerdi, ayağım kayardı. Ama öylece yerimde kaldım. Pencerenin arkasında saklanmıştım. Avlunun taşlarına yansıyan gölgesini izliyordum. O gölge, kaderimi karartacak karanlığın ta kendisiydi. Biz kadınları yukarı göndermişti babam. Bir kendisi karşısına dikilmişti. Babam derin bir nefes aldı, dudakları aralandı. “Hoş geldin Canpolat Ağa…” dedi sesi titreyerek ama otoriter görünmeye çalışarak. Canpolat’ın bakışları babamın üzerinde gezindi. Dudaklarının kenarında alaycı bir çizgi belirdi. “Borç için geldim.” dedi. Sesi kalın, boğuk ve kesindi. Bu söz, konaktaki bütün hava akışını değiştirdi. Sanki taş duvarlar bile bu sesi duyar duymaz titredi. Adam direkt konuya girmişti. Borç… O kelimeyi duyar duymaz yutkundum. İçimdeki huzursuzluk büyüdü. Babamın aylardır gizlediği sır işte buydu. Sınırdan silah geçirecekti, Canpolat’tan aldığı parayla. Ama yakalandılar. Mallar gitti, para yok oldu. Borçsa katlanarak babamın omuzlarına çöktü. Hepimizi öyle bir şeyin içine çekmişti ki, akrabalarımıza bile bu borç sıçramış, bir şeylerini satıp ödemişlerdi. Ama bizim elimizde satıp ödeyeceğimizde bir şey kalmamıştı. Şimdi o borcun karşılığı için Canpolat buradaydı. İçimde buz gibi bir his yayıldı. Gözlerimi kapattım, dişlerimi sıktım. Allah’ım, neye kurban edeceksin beni? Canpolat avlunun ortasında durdu. Elleri cebindeydi. Yüzündeki gölge ne öfkeydi ne de sabır. Bu bambaşka bir şeydi: bekleyen bir yırtıcının sakinliği. Avını sabırla gözleyen, en doğru anı kollayan bir kurt gibiydi. “Paramı getirdin mi?” dedi gözlerini babama dikip. Babamın omuzları daha da çöktü. Dudaklarını ıslattı, gözlerini kaçırdı. “Canpolat Ağa… malları sınırdan geçiremedik. Devletin adamları sardı, elimizden aldılar. Ne param kaldı, ne malım. Sana ödeyecek gücüm yok.” Sözler avluda yankılandı. Sessizlik öyle ağır bastı ki, kalbimin atışını bile duyuyordum. Canpolat’ın gözleri karardı. Yavaşça başını yana eğdi. Dudaklarının kenarı kasıldı. “Bana borcunu ödeyemeyenlerin akıbetini bilirsin, değil mi?” dedi. Babam başını salladı. Dudakları titredi. Ter, şakaklarından süzülüp sakalına indi. “Biliyorum Ağa… ama… elimde kalan tek şey kızım.” O an ciğerime saplanan bıçak gibi hissettim. Nefesim durdu. Kızım. Benim hayatımı, bir cümlenin içine sıkıştırdı. Canpolat’ın gözleri bir an bana çevrildi. Pencerenin perdesinin arkasında olduğumu fark etti mi bilmiyorum ama bakışı içimden geçti. Derim ürperdi. Gözlerimden yaş süzüldü, dudaklarım titredi. “Demek kızını veriyorsun?” dedi alayla. Sesinde bir merhamet yoktu. Hatta zevk vardı. Babam başını eğdi. “Evet.” dedi kısık sesle. “Zişan’ı sana veriyorum.” Benim adım… Benim hayatım… Benim kaderim. Konak taşlarının arasında yankılandı. O anda ben, bir borcun karşılığıydım artık. *** Babamın sesi avluda yankılanırken içimdeki dünya yıkıldı. “Zişan’ı sana veriyorum.” Bir kız çocuğu değilim ben. Bir eşya değilim. Bir borcun karşılığı hiç değilim! Ama o an, babamın ağzından çıkan bu söz, bütün ömrümü tek hamlede yok etti. Sanki içimden çekilip alınmışım, ruhum paramparça olmuş, geriye sadece boş bir beden kalmıştı. Gözlerimi perde arkasından babama diktim. Omuzları düşmüş, yüzü kırışmış, dudakları titriyordu ama içimde hiçbir baba merhameti göremiyordum. O an şunu hissettim: Ben onun gözünde sadece bir yüküm. Silahları geçirememişti, parayı ödeyememişti, aşiretinin onuru tehlikedeydi. O onuru kurtarmak için kızını gözden çıkarmıştı. Benim hayatım, onun onurundan daha değersizdi. Kalbim göğsümde çırpındı. Ellerim titredi, perdeyi sıkı sıkıya tuttum. İçimden bağırmak geldi: Baba! Nasıl yaparsın bunu bana? Ama boğazımda düğümlenen acı sesimi çıkarmama izin vermedi. Canpolat’ın gözleri babamdan bana kaydı. Perdenin aralığından bakışlarımız bir anlığına çarpıştı. O simsiyah, dipsiz gözler… İçimdeki tüm isyanı susturdu. Beni bir av gibi izliyordu. Kaçamayacağımı biliyordum. Gözlerimi kaçırdım. Dizlerim titreye titreye odanın ortasına çöktüm. İçimden yükselen çığlık sessizdi. Ben satıldım. O kelime beynimde yankılandı. Satıldım. Tıpkı bir koyun, bir tarla, bir yük araba satılır gibi. Zişan artık bir insan değil, bir borcun karşılığıydı. Gözlerimden yaşlar süzüldü. Avuçlarıma damladı. Dudaklarım titredi. İçimdeki küçücük umut ışığı bile sönmüştü. Çünkü babamın gözlerinde beni kurtaracak en ufak bir ışık yoktu. Canpolat adımlarını ağır ağır attı. Derisi gıcırdayan siyah ayakkabıları taş avluda yankılanıyordu. Her adımıyla kalbim biraz daha sıkışıyordu. Yavaş, ama emin. Bir avcının avına yaklaşması gibiydi. “Borç böyle kapanır mı sanıyorsun?” dedi babama bakarak. Sesinde bir tehdit vardı ama aynı zamanda bir keyif de. “Kızını bana veriyorsun. Onu karım yapacaksın. Böylece herkes öğrenecek… Adar’ın borcu karşılıksız kalmaz. Benim adım gölge gibi düşer bu topraklara.” Babam başını kaldırmadı. Ellerini önünde kenetledi, sadece sessizce onayladı. Benim gözlerimden ise öfke fışkırıyordu. İçimden bağırıyordum: Ben senin karın olmayacağım! Ben bir borcun kefareti değilim! Ama dudaklarım kımıldasa da sesim çıkmadı. Çünkü biliyordum: Canpolat’a karşı gelen, bu dünyada nefes alamazdı. Avluda bir rüzgâr esti. İncecik perde dalgalandı. O an göz göze geldik. Canpolat doğrudan bana baktı. Birkaç saniye… ama ömrümün en uzun saniyeleriydi. Gözlerinde ne merhamet vardı ne de sevgi. Sadece hüküm vardı. Gözlerimi kapadım, içimdeki isyanı susturmak için. Ama susturamadım. “Ben insanım…” diye fısıldadım kendi kendime. “Bir borcun karşılığı değilim. Ben insanım…” Sözlerim boğuk bir yankı gibi odada kayboldu. Babamın sesi tekrar yükseldi. “Bunu onur için yapıyorum, Zişan...” O an başımı kaldırdım. Dudaklarımdan fısıltıyla şu söz döküldü: “Onurun için kızını satıyorsun…” İçimdeki yara biraz daha derinleşti. Canpolat ise tek kelime etmedi. Sadece bana baktı. Gözlerinde öyle bir karanlık vardı ki, o an anladım: Bu adamın karısı olmak, zindana girmek gibiydi. Çıkışı olmayan, karanlık, soğuk bir zindan. Ama babamın gözünde bu hiç önemli değildi. Çünkü onun tek derdi, kendi adını kurtarmaktı. Ve ben, onun için gözden çıkarılacak bir candan ibarettim. “Zişan!” Babamın tok, ama titrek sesi konağın taş duvarlarında yankılandı. Dizlerim çökmüş, perdelerin arkasında gizlenmiş haldeydim. Kalbim boğazımda çarpıyordu. İçimde fırtınalar koparken, o ses beni zincir gibi yukarıdan çekip ayağa kaldırdı. “Zişan! Kızım, aşağıya gel!” Kızım… O kelimeyi öyle bir söylemişti ki, artık bana ait değildi. Sanki o an bile “kızım” değil, “karşılık” diyordu. Bacaklarım titreyerek hareket etti. Adımlarım ağırdı, sanki her basışımda taş merdivenler ayağımı yakıyordu. Gözlerimden süzülen yaşları silmeye çalıştım ama olmadı. Avlunun kapısına vardığımda içim buz kesti. Canpolat oradaydı. Dimdik duruyordu. Siyah takım elbisesiyle, geniş omuzlarıyla, gözlerinde o karanlık hâkimiyetle. Babam hemen yanında, başı eğik. İkisi de bana bakıyordu. Bir an nefesim kesildi. Göğsüm daraldı. Adımlarımı attım. Her basışımda taşların soğukluğu ayaklarımı keser gibi acıttı. Babamın yanına geldiğimde gözlerimi yere indirdim. Utanç değil, öfkeydi beni yere baktıran. Çünkü gözlerimden fışkıracak ateş, babamın yüreğini yakabilirdi. Ama onun zaten yanacak bir yüreği kalmamıştı. “İşte kızım…” dedi babam sesi çatallanarak. “Sana söz verdiğim Zişan…” Kelimeler avlunun taşlarına döküldü. O taşlar kadar ağır, o taşlar kadar soğuk. Başımı kaldırdım. İlk kez Canpolat’a bu kadar yakından baktım. Simsiyah gözleri yüzüme kilitlendi. O bakışta bir ağırlık, bir sahiplenme vardı. Sanki daha adımı atmadan, beni çoktan kendi malı bellemişti. İçimde bir fırtına koptu. Kaçmak istedim. Bağırmak, koşmak, bu kara gölgeden uzaklaşmak. Ama ayaklarım taş kesilmişti. Sesim boğazıma gömülmüştü. “Başını kaldır Zişan.” dedi Canpolat aniden. Sesi öyle sertti ki içim titredi. “Benimle göz göze gel.” Başımı istemsiz kaldırdım. Gözlerim onun karanlık gözleriyle çarpıştı. İçimde korku büyüdü ama garip bir şekilde inat da kabardı. Dudaklarımı sıktım, bakışlarımı kaçırmadım. O an dudaklarının kenarında hafif bir gülümseme belirdi. Alaycıydı. Sanki gözlerimle kavga etmeme keyif alıyordu. Babam öne atıldı. “Zişan, bundan sonra sen Canpolat Ağa’nın karısısın. Borcumu bu şekilde kapatıyorum. Bizim aşiretimizin onuru seninle korunacak.” Onur… O kelime beynimde patladı. Dudaklarım titredi. Sonunda sesim çıktı. “Onurun için beni sattın baba!” diye haykırdım. Sesim yankılandı, gözlerimden yaşlar fışkırdı. “Kendi kanını, kendi canını… bir borcun karşılığı yaptın!” Babam başını çevirdi, gözlerini kapadı. Ne pişmanlık vardı yüzünde ne de acı. Sadece çaresizlik. Ama ben onun çaresizliğine inanmadım. Çünkü gerçek şuydu: O, beni gözden çıkarmıştı. Canpolat ise hiç kıpırdamadı. Sadece gözlerini bana dikti. Dudaklarından boğuk, kararlı bir ses çıktı: “Bundan sonra sen bana aitsin Zişan. İstesin ya da istemesin, benim karım olacaksın.” Nefesim kesildi. Dizlerim titredi. İçimdeki öfke yeniden kabardı. “Ben senin karın olmayacağım!” dedim. Sesim titriyordu ama geri çekilmedim. “Ben bir borcun karşılığı değilim. Ben senin malın değilim!” O an Canpolat’ın bakışları sertleşti. Yavaşça yanıma yaklaştı. Adımları taşlarda yankılandı. Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi. Önümde durdu. Yüzüme eğildi, gözlerini gözlerime kilitledi. “Zorla da olsa…” dedi dişlerinin arasından. “Olacaksın.” Sözleri kulaklarımdan ruhuma indi. Tüm bedenimi titretti. Kaçamayacağımı biliyordum. O an kaderimin mühürlendiğini hissettim. Ben artık Zişan değil, bir borcun kefaretiydim. Gözlerimi kaçırmak istedim ama yapamadım. Canpolat’ın bakışları, derin ve karanlıktı. İçimde bir şey kırıldı, parçalandı. Kalbim hem öfkeyle hem de korkuyla dolup taşıyordu. Dizlerim titredi, ellerimi sıkıca yumrukladım. “Baba…” diye fısıldadım, sesim çatallandı. “Bunu nasıl yaparsın? Ben… ben senin kızınım! Ben senin evladın değil miyim?” Babam başını çevirdi, gözleri boşluğa kaydı. “Zişan… kes sesini. Konuşmanın sırası değil.” “Onurun için kendi kanını mı sattın? Ben bir eşya değilim! Ben bir borcun karşılığı değilim!” Diye susmak yerine bağırdım. Bahçede ki adamların gözleri bize döndü. Hepsi şaşkınlıkla bakıyordu. Canpolat bir adım attı, omuzları gölgeli bir duvar gibi önümde durdu. Yavaşça yana eğildi, yüzüme çok yaklaştı. Gözlerindeki soğukluk içime işledi. Sanki içimdeki tüm isyanı, tüm korkuyu okuyor ve onunla oynuyordu. “İnat ediyorsun…” dedi boğuk, dişlerinin arasından. “Ama kaderden kaçamazsın.” İçimdeki öfke bir anlık korkuya karıştı. Nefesim kesildi, kalbim deli gibi atıyordu. Gözyaşlarım yanaklarımda donmak üzereydi. Ama dişlerimi sıktım, ağlamamak için kendimi zor tuttum. Yutkundum, gözlerimi kırpmadan ona baktım. “Ben istemiyorum!” dedim, sesim titredi ama kararlıydı. “Ben senin karın olmayacağım! Beni… bana ait olmayan bir hayata zorlayamazsınız!” Canpolat’ın bakışları beni hırpaladı, yüzünde gergin bir keyif vardı. “İstemiyorsun, evet… Ama bu istemek sana bir fayda sağlamaz. Benim karım olacaksın, buna hazırlıklı ol.” Dedi her kelimesinin üstüne basa basa. O sözlerin altında öyle bir güç vardı ki, içimdeki öfke bir an durdu. Kaçmaya, karşı gelmeye çalışan tarafım sanki zincirlenmişti. Tüm bedenim donmuş, kalbim çaresizlikle dolmuştu. Babam araya girdi, sesi daha sertti: “Zişan, sustur kendini! Sana laf düşmez! Ben karar verdim. Bu iş burada bitti. İnat etsen de etmese de….” Diyerek bir çırpıda gözden çıkardı. Onun için zaten ben yoktum. Hiçbir zaman olmamıştım. Annem ise hâlâ arkamda, ellerini bana uzatmış, gözleri yaşlıydı. “Zişan…ne olur sakin ol…” diyerek kulağıma yanaşıp sessizce konuşuyordu. Ama sakin olamıyordum. İçimdeki isyan ve korku birbirine karışmıştı. Bir yandan öfke, bir yandan çaresizlik. Dudaklarımı ısırdım, ellerimi sıkıca yumrukladım. İçimden haykırmak, kaçmak, her şeyi reddetmek geldi ama yapamadım. Canpolat eğildi, gözlerimi daha da derinlemesine okudu. “İnat etme,” dedi. “Ben ne dersem o olur. Benim karım olacaksın. Zorla da olsa…” Tüm bedenim titredi. İçimde bir fırtına vardı; isyan, korku, öfke ve çaresizlik birbirine karışmıştı. Dizlerim gevşedi, gözlerim doldu, ama dişlerimi sıkarak ağlamamak için kendimi tuttum. “İstemiyorum” dedim titreyerek. Babam bir adım öne geldi, sesi gürledi: “Ben karar verdim, senin sözün geçmez. Otur!” Diyerek daha sert çıktı. Çünkü borcu kapanmıştı. Kızını satıp borcunu kapatmıştı. İçimden bağırmak geldi, ellerim havaya kalktı. “Ben istemiyorum! Ben bu adamla… bu adamla evlenmeyeceğim!” Diyerek karşımda dikilen Canpolatı işaret parmağımla gösterdim. Canpolat ise bir adım daha yaklaştı. Gözlerinde soğuk bir hüküm vardı. Dudakları titremedi, sesi sertti: “Bugün sen istemiyorsun… yarın, öbür gün…” diyerek alaya aldı. “Borcu ödeyemedi baban” diyerek bastırdı. Babam bana döndü, gözleri öfkeyle yanıyordu. “Sana laf düşmez Zişan! Ben karar verdim! Otur!” Diye yineledi. Yere baktım, dizlerim titredi. İçimde öfke hâlâ yanıyordu ama artık bu öfke bir zincir gibi bağlanmıştı. Kaçacak yer yoktu. Bir borcun, bir aşiretin ve Canpolat’ın karanlık hükmünün ortasındaydım. Gözlerim Canpolat’ın gözlerinde dondu kaldı. O karanlık, dipsiz gözler bir anda içimi boşalttı. Tüm isyanım, tüm korkum… hepsi onun soğuk bakışları altında sustu. Ama bir şey vardı: İçimde hâlâ direnç. İçimde hâlâ “ben buna boyun eğmeyeceğim” diye atan bir kalp vardı. Dişlerimi sıktım, gözlerimi kırpmadım. Sesim boğuk ama kararlıydı: “Ben… istemiyorum!” Diye yineledim. O adamın karısı olmaktansa ölürdüm daha iyi. Canpolat bir adım geri çekildi, dudaklarında ince bir gülümseme belirdi. “Borcuma karşılık evleneceksin” Babam başını salladı, sesini yükseltti: “Yeter artık! Lafı uzatma Zişan!” Diyerek gözlerini belertti. Ona göre benim konuşmam yersizdi. Kararı vermişti ne de olsa borcu da kapanmıştı. Canpolat’ta kabul ettiği için memnundu. Ben sustum, ama başımı eğmedim. İçimdeki isyan sönmemişti. Gözlerim hâlâ Canpolat’a kilitliydi. Kalbim hâlâ öfkeyle çarpıyordu. Ama artık biliyordum: Kaçacak bir yerim yok. Kaderim mühürlenmişti. Ve o an, bir borcun kefareti olarak hayatımın en uzun gecesine doğru sürüklendiğimi hissettim.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD