ZİŞAN ADAR;
Avluda yaşananlardan sonra herkes dağıldı. O taş duvarların arasında yankılanan sözler hâlâ kulaklarımdaydı. Canpolat’ın boğuk sesi, babamın buyurgan bağırışları, annemin ağlamaları… Hepsi üst üste bindi, beynimde uğultuya dönüştü.
Adımlarım taş zeminde yankılandı. Merdivenleri çıktım, odamın kapısını kapattım. Sırtımı kapıya yaslayıp, derin bir nefes almaya çalıştım ama olmadı. Göğsüm sıkışıyordu, nefesim daralıyordu.
Yavaşça yere çöküp, Ellerimi dizlerime koydum. Çenem titredi, gözlerimden yaşlar boşaldı. Tüm gün kendimi tutmuştum, ama artık yapamıyordum. Gözyaşlarım yanaklarımı yakarak süzüldü.
Ben ne yaptım? diye fısıldadım içimden. Ben ne yaptım ki bu hale geldim?
Düşünceler zihnimi boğuyordu. Babamın sözleri… Borç… aşiret… onur… Onur dedikleri şey benim hayatımdan daha mı değerliydi? Benim varlığım, benim geleceğim, bir borcun karşılığına mı denk düşüyordu?
Dişlerimi sıktım, başımı dizlerime yasladım. İçimdeki öfke tekrar kabardı. “Onurun için beni sattın baba,” dedim kısık sesle. “Beni gözden çıkardın. Benim hayatım hiç umurunda olmadı.”
Tam o sırada kapı hafifçe aralandı. Annem içeriye girdi. Yüzü solgundu, gözleri kıpkırmızıydı. Elinde bir mendil vardı, sessizce kapıyı kapattı. Yanıma geldi, yere diz çöküp Ellerimi tuttu.
“Zişan…” dedi hıçkırarak. “Kızım… ne olur ağlama. İçim parçalanıyor böyle gördükçe.”
Ellerimi çekmek istedim ama yapamadım. Onun sıcaklığına ihtiyacım vardı. Dudaklarımı ısırdım, gözlerimden yaşlar daha da hızlandı.
“Anne…” dedim boğuk bir sesle. “Babam beni sattı. Kendi canını… kendi evladını sattı. Sen nasıl izin verdin buna?”
Annem gözlerini yere indirdi, dudakları titredi. “Ben de karşı çıktım, kızım. Ama babanın sözü ağırdır. Aşiret işi deyince… elimden bir şey gelmedi.”
“Demek elinden bir şey gelmedi…” dedim acıyla. “Benim hayatım bu kadar kolay gözden çıkarılacak kadar değersiz mi anne?”
Annem ağlamaya başladı. “Sen değersiz değilsin! Sen benim ciğerparemsin. Ama bilirsin babanı… geri adım atmaz. Hele bir de Canpolat gibi bir adam söz konusuysa…”
Adı bile içimi ürpertti. Canpolat. O adamın bakışları, sözleri hâlâ üzerimdeydi. Gölgem gibi peşimdeydi.
“Anne,” dedim fısıltıyla. “Ben istemiyorum. O adamdan nefret ediyorum. Onun karısı olmayacağım.” Diye bastırdım.
Annem yüzüme baktı, gözleri doldu. “Kızım… senin istememenle olmaz bu. Biliyorum… Canpolat Adar kolay biri değil. Mardin’in korkusu. Herkes ondan çekinir. O ne derse olur. Babana da, sana da söz düşmez artık, borç boğazımıza kadar dayandı. Bu son çıkıştı.”
Bu sözler içimdeki son umudu da kırdı. Nefesim tıkandı, boğazım düğümlendi.
“Anne… ben ölürüm de onun karısı olmam,” dedim kararlı bir şekilde. “Beni canlı gömmekle aynı bu. Ben onun esiri olmayacağım.”
Annem gözyaşları içinde bana sarıldı. “Kızım… Sakin olasın bir. Bak…” diyerek elimi tuttu. “Burda bir karar verildiyse geri dönüşü olmaz, yok. Hiç kimse severek evlenmiyor. Herkes kaderine razı geliyor Zişan.”
Gözlerim hâlâ boşluğa dalmıştı. Kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki, sanki göğsümden çıkacak gibiydi. İçimde bir karar oluşuyordu: Bu kaderi kabullenmeyecektim. Ne olursa olsun… kabullenmeyecektim.
Ama o an bile biliyordum. Canpolat’ın sözleri gerçekti. “Zorla da olsa, olacaksın.”
Kapının gürültüyle kapanmasıyla başımı cama çevirdim. Avluda ki ayak sesleri kesildiğinde, ağır bir sessizlik çöktü odaya. İçimde bir korku vardı ama biliyordum: Canpolat gitmişti. Onun varlığı bile odanın, konağın her şeyin havasını boğuyordu. Gidişiyle birlikte evin taş duvarları bir nebze olsun rahat nefes almış gibiydi.
Pencereden dışarı baktım. Gecenin koyu karanlığında uzaklardan yükselen köpek havlamaları duyuluyordu. Gökyüzünde ay vardı, ama bana ışık değil, keder taşıyordu. İçimde bir his vardı: O ay bana özgürlüğü değil, tutsaklığı gösteriyordu.
Camdan dış kapının önünü de görebiliyordum. Üç siyah araba da peş peşe hareket edip dar sokaktan çıktı gitti. Arkalarında sadece bir tane siyah araba kalmıştı. Kapının önündeyken. Tanımadığım birkaç koruma da aynı şekilde kapı önünde duruyordu.
Canpolat’ın adamlarıydı.
Sinirle dişlerimi sıktım. Adi herif bir de adamlarını kapı önüne dikip gitmişti.
“Anne,” dedim kısık sesle. “Şimdi gitti, ama yarın yine dönecek. Her gelişinde biraz daha nefesim kesilecek. Ben bunu kaldıramam.”
Annem gözlerini yere indirdi. Sesini alçaltarak, “Kızım… Canpolat seni götürmeden bu iş bitmez. Babana laf etme, daha beterini yapar. Sus, içine at. Zamanla alışırsın,” dedi.
Söylemesi ne de kolaydı böyle.
İçine at. Sabret. Elbet alışırsın. Ama ben alışmak istemiyordum.
“Alışmak mı?” dedim acı bir kahkaha atarak. “Zulme mi alışacağım? Karanlığa mı alışacağım? Anne… Ben onun karısı olursam ben diye bir şey kalmaz.”
Annem bana bakmadı, çünkü biliyordu haklıydım. Ama onun çaresizliği benim öfkeme çarpıyor, daha da büyütüyordu.
Yatağa oturdum, parmaklarımı birbirine kenetledim. Odanın köşesinde, duvarın gölgesi uzanıyordu. Kendimi o gölgeye benzettim. Sessiz, görünmez, ama hep orada.
Kaçabilir miyim? diye düşündüm. Bu evden, bu şehirden, bu hayattan? Ama babamın gölgesi, aşiretin zincirleri ve Canpolat’ın ismi zihnimde yankılandı. Kaçış yoktu. Bu topraklarda kaçanın ya izi sürülür ya da nefesi kesilirdi.
Kaçtığım an ölürdüm.
Annem yanıma oturdu. “Yat biraz, gözlerini kapa. Çok ağladın. Gücün kalmazsa savaşamazsın,” dedi.
Savaş… evet, içimdeki tek kelime oydu. Ama bu savaşı nasıl vereceğimi bilmiyordum. İçimde ince bir umut kıpırtısı vardı ama çok zayıftı.
Başımı yastığa koydum, gözlerimi kapadım. Ama uyku gelmedi. Gözlerimin önüne hep aynı şey geliyordu: Canpolat’ın soğuk bakışları, dudaklarındaki tehditkâr gülümseme. Onun sesi kulaklarımda yankılanıyordu: “Zorla da olsa, olacaksın.”
Yorganın altına gizlendim, sanki karanlıktan korunur gibi. Ama biliyordum: Asıl karanlık içime çökmüştü.
Ve o gece boyunca, sabaha kadar içimde tek bir söz dönüp durdu:
Ben onun karısı olmayacağım. Ne pahasına olursa olsun.
*
SABAH:
Sabah olduğunda gözlerim yanıyordu. Bütün gece gözümü kapatsam da uyku bana uğramadı. Düşünceler beynimi kemirdi durdu. Tavana bakarken defalarca kendi kendime, “Olmayacağım, onun karısı olmayacağım” dedim. Ama her defasında babamın yüzü, Canpolat’ın sert bakışları zihnime dikildi.
Avluda horozlar ötmeye başladığında, gecenin bittiğini anladım. Kalkıp pencereye yürüdüm. Taş avluya güneş düşmeye başlamıştı. Taşların soğuğu, geceden kalma bir keder gibi üstünde duruyordu. Avluda birkaç kadın sabah işine koyulmuştu; su testileriyle koşturuyorlardı. Onların telaşlı adımlarına bakarken kendi halimi düşündüm. Hepsi işini yapıyordu, ben ise kaderin oyuncağına dönüşmüştüm.
Kendi odama sığmaz hale gelmiştim. Yüzümü yıkamak için odamda ki küçük banyoya girdim. Aynada ki yüzüm solgundu, gözlerim mosmordu. Saçlarım dağınıktı. Kendime bakarken tanıyamadım. Dün geceki halimle bugünkü halim arasında koca bir uçurum vardı. Sanki bir gecede başka birine dönüşmüştüm.
Elimi yüzümden çekemeden fısıldadım:
“Ben satıldım.”
O kelime dudaklarımdan çıkınca bedenim titredi. İçimde hem öfke hem utanç kabardı. İnsan nasıl olur da babası tarafından bir borca karşılık verilir? Nasıl olur da kendi kanın seni bir defterin satırına yazıp sildiği borçla değiştirir?
Beni değil, kendini kurtarmıştı babam. Onur dedikleri şey benim hayatımın üstünde yükselmişti.
Elimi yüzümü buz gibi suyla birkaç defa yıkayıp kendime gelmeye çalıştım ama boşaydı. Ağlamaktan gözlerim sızlıyordu. Kirpiklerim bile ağrıyordu. Yüzümü kurulamak için kağıt havlu yırtıp alarak hafif hafif yüzümü sildim. Elimde ki havlu peçeteyi çöpe atıp tekrar odama döndüm.
Oda dünden kalma dağınıktı. Hiçbir şeyi toplama hevesim yoktu.
Dolaptan siyah bir elbise alıp üstüme giyerek saçlarımı toplayıp odadan çıktım.
Avluya çıktığımda babamın sesini duydum. Kahvaltı sofrasında oturmuş, birileriyle konuşuyordu. Sesinde en ufak bir pişmanlık yoktu. O an içimdeki bağ kopma noktasına geldi. Babama bakmak bile istemedim.
Annem gözlerimin içine baktı, başıyla beni sofraya çağırdı. Ama ben gitmedim. Ağzıma lokma koyacak hâlim yoktu. İçim yanarken nasıl oturur da sanki hiçbir şey olmamış gibi ekmek bölebilirdim?
Kendi kendime mırıldandım:
“Ben onların istediği gibi susmayacağım. Ben onların kader dediklerini kabul etmeyeceğim.”
Ama içimde koca bir korku da vardı. Çünkü karşıma dikilen adam Canpolat’tı. O, sadece bir adam değildi; Mardin’in adı anıldığında herkesin sesini kıstığı, korkuyla önünü iliklediği bir isimdi. Onun karısı olmak… Ölümden beterdi benim için.
Gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. Sabah güneşi gözlerime vuruyordu ama içimi hiç ısıtmıyordu. İçimde hâlâ o soğuk, taş gibi his vardı.
Ve işte o sabah karar verdim:
Ya ben kendi yolumu bulacaktım, ya da bu taş duvarların içinde Canpolat’ın esiri olup yavaş yavaş ölecektim.
Babam, Yarım kalan çayını içerken , telefonda kısa bir konuşmasını sonunda bitirdi. Kaşları çatık, sesi buyurgandı. Telefonu kapattığında gözleri bir an bana kaydı. İçim ürperdi.
“Zişan,” dedi kalın sesiyle. “Gel buraya.”
Ayaklarım taşa çakılı gibi ağırdı ama yanına gittim. Önünde dikildim, ellerim kenetli, başım hafif eğik. Dudaklarımdan zorla döküldü:
“Efendim, baba?” Dedim zoraki. İçimden konuşmak bile gelmiyordu.
Gözlerini kısmış, beni süzüyordu. “Hazırlan. Canpolat bugün gelecek. Sizi düğün alışverişine çıkaracak.”
O an beynime buz gibi bir şey çarptı. Nefesim daraldı. İçimdeki bütün isyan kabardı ama sesim çıkmadı. Düğün alışverişi. Sanki ben bir gelin değilmişim, bir eşya gibi satılmışım, alınıp süslenmeye götürülecekmişim.
Tam o sırada cebimdeki telefon titredi. Kalbim hızlandı. Elimi hemen uzattım, açıp baktım. Mesajdı. Kime ait olduğunu görebilmeden babamın gölgesi üzerime düştü.
“Ne o?” dedi sert bir sesle. “Kim yazıyor sana bu saatte?” Diye çıkıştı.
Elimi geri çekemeden telefonumu kaptı. Gözlerim büyüdü. “Baba, ver!” dedim, ama sesim çıkmıyordu, boğuk ve çaresizdi.
Mesajı açmadan telefonu cebine koydu. Gözleri öfkeyle alevlenmişti. “Sana telefon yok artık. Bundan sonra kocan isterse verir, isterse alır. Senin elinde telefon ne geziyor?” Diye hesap sorunca şaşkınlıkla kaldım.
Dizlerim titredi. Ellerimi yumruk yaptım. Dudaklarımı ısırarak zor tuttum gözyaşımı. Kocan… Daha olmadan bile, babam beni ona teslim etmişti. Sanki ben kendi irademle nefes almıyordum da, Canpolat’ın mülküydüm.
“Baba…” dedim, sesim titreyerek. “O benim telefonumdu.” Diye bastırdım.
O an tokat gibi bir bakış fırlattı. “bundan sonra senin neyinin olup olmayacağına Canpolat karar verir. Bizim sözümüz bitmiştir.”
Annem masada yine sustu, tek kelime etmedi. Ellerini önüne kenetleyip başını eğmişti. Onun sessizliği beni daha da yaraladı. Hiç kimse beni savunmayacak mı? Hiç kimse ‘Zişan’ın da hakkı var’ demeyecek mi?
Kalbim boğazımda atıyordu. İçimdeki isyan büyüyordu ama dışarı taşacak gücü bulamıyordum. Çünkü karşımdaki babamdı. O adam ki, beni gözünü kırpmadan satmıştı.
Yutkundum. “Ben… istemiyorum,” demek geçti içimden. Ama sesim çıkmadı. Boğazım düğümlendi. Sadece yumruklarımı sıkarak ayakta durabildim.
Babam sandalyesinden kalktı. Sert adımlarla bana yaklaştı, omzuma elini koydu. “Hazırlan Zişan. Canpolat Ağa seni almaya geliyor. Onun karısı olacaksın. İtiraz istemem. Bizi düşen, onurumuzu korumaktır.”
Onur… O kelime yeniden beynime saplandı. Gözlerimden yaşlar akmak üzereydi.
Ama sustum. Çünkü biliyordum: Ben konuşsam da bu evin taş duvarları bile bana kulak vermezdi.
Kafamı iki yana salladım, delirecektim artık. Babam borçları yüzünden tüm akrabalarımızı bile birbirine düşürmüş, şimdi de beni gözden çıkarmıştı.
***
Odamın kapısının çalması ile bacaklarımı daha çok çektim bedenime. Odama bir hışım çıkmış, saatlerdir ağlıyordum ama elime hiçbir şey geçmemişti. Baş ağrısından başka….
Ben cevap vermeyince kapı açıldı, annemin sesini duydum, “Keçemın…” (kızım)
Gözlerimi yumdum, kimseyle konuşmak istemiyordum. En başta da annemle, nasıl göz yummuştu buna, ben onun tek kızıydım. İnsan kızına zarar gelsin ister mi? Ben kendimi siper eder yine de çocuğuma zarar gelmesini engellerdim. Ama annem öyle çabuk kabullenmişti ki. Deliriyordum.
Canpolat Adar’dan bahsediyorduk, normal bir aşiret ağası değildi, Boran ağayla bile karşı karşıya gelen deli bir adamdı. Hatta psikopat desek yeriydi.
Yatağın yanı çöktü, oturduğunu anladım. Yine de gözlerimi açmadım.
“Kayınvalidenler geldi, seni bekliyorlar”
Dişlerimi sıktım. Herkes normaldi ben mi anormaldim acaba, neden kimse sorgulamıyordu benim de isteyip istemediğimi. Neden normalmiş gibi gelip alışverişe çıkmamı bekliyorlardı.
“Canpolat sana ulaşamadığı için baban telefonunu gönderdi.” Deyip elimi tutarak elimin üzerine koydu. “Uyumadığını biliyorum Zişan.”
Daha fazla dayanamayıp kirpiklerimi aralayarak baktım. “Hadi kalk, herkes aşağıda.”
“Gelmeyeceğim, siz gidin” diyerek telefonumu alıp yastığımın altına ittim. “İstediğiniz gibi alışverişinizi yapın. Ben asla gelmem”
“Keçemın…”
“Sakın. Sakın ana. Benden bunu da isteme, zorla sattığınız kızınız için acımayın. Bırakın da son günlerimde nefes alayım bari”
“Zişan öyle deme, Canpolat, Boran’lara kötü, bize bir şey yapmadı ya kızım” diye suçunu hafifletmeye çalıştı.
Dişlerimi dudaklarıma sapladım, “Aşirette karar kıldı, bundan sonra bize bir şey demek düşmez. Sen de biraz alttan alsan he keçemın”
“Neyini alttan alayım, siz delirdiniz mi ana? Beni babam resmen borçları karşılığı sattı. O pislik ise hemen kabul etti. Herkes sanki bunu bekliyormuş gibi gelmiş bir de alışverişe çıkalım diyorlar. Gelmiyorum ben gidin ne alıyorsanız alın umrumda değil” diye bağırdım.
Sesim oldukça yüksek çıkmıştı, hatta ilk defa anneme karşı sesimi yükseltmiştim ama artık sınırı aşmışlardı, kendimi tutamıyordum.
Annem sustu. Gözleri nemlendi ama ağlamadı. İçimdeki öfkeye karşı duvar gibi oturuyordu. Yutkundu, dudaklarını birbirine bastırdı. Benim bağırışımdan sonra yüzü daha da çökmüştü.
“Keçemın…” dedi bu defa daha kısık bir sesle. “Ananın yüreğini dağlama. Ben de istemezdim böyle olsun. Ama elimden bir şey gelmiyor. Gücüm yetmiyor kızım. Babanın sözü kesildi, Canpolat’ın da gözüne bakıyor herkes. Bizim nefesimiz yetmez ona.”
Elimle yüzümü kapattım, boğazımdaki düğüm çözülmedi. “Beni niye doğurdun o zaman ana? Eğer satacaksanız, eğer kocanızın sözüyle beni ölüme gönderecekseniz niye büyüttün beni? Niye saçımı okşadın? Niye bana masal anlattın çocukken?”
Annem sessiz kaldı. Sadece ellerini dizlerine koyup başını öne eğdi. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü, taş zemine düştü.
O an anladım ki… annem de esirdi. O da babamın kararlarının, aşiretin töresinin mahkûmuydu. Onun da gücü yoktu. Ama bu, içimdeki öfkeyi hafifletmedi.
Yastığın altına ittiğim telefonu sıkıca kavradım. İçimden bir ses kaç, Zişan diyordu. Ama nereye? Nereye gidebilirdim ki? Canpolat’ın adı sınırdan öteye bile taşmıştı. Onun elinden kurtulmak, gölgesinden bile kaçmak imkânsızdı.
Annem tekrar fısıldadı:
“Bak aşağıda kayınvaliden, yengelerin… herkes var. Seni bekliyorlar. Bu evden başını eğerek çıkarsan belki kalbin daha az kanar.”
Öfkem yeniden kabardı. Başımı sertçe iki yana salladım. “Ben başımı eğmeyeceğim. Siz istiyorsunuz diye gülümsemeyeceğim. Canpolat’ın ailesine gelin olmuş gibi davranmayacağım. İstemiyorum ana, anlamıyor musun? Ben o adamı istemiyorum!”
Sözlerim duvarlara çarpıp yankılandı. Annem titredi. Ama yine de sustu. Yalnızca ellerini bana uzattı. Elini tutmadım.
Birden avludan gelen kalabalık sesler odaya doldu. Kadınların kahkahaları, erkeklerin tokalaşırken çıkardığı gürültü… Sanki düğün başlamış gibiydi. Midem bulandı.
Kalkıp pencereye gittim. Aşağıda Canpolat’ın annesi, bir iki kadınla birlikte oturmuştu. Başörtülerini düzeltiyor, kahvelerini yudumluyorlardı. Bir gelin gelir gibi beni bekliyorlardı.
Dudaklarımı ısırdım, dişlerimin arasında kan tadı hissettim. İçimden haykırmak geldi: Ben gelin değilim! Ben satılmışım, ben esirim!
Ama sesim çıkmadı. Çünkü biliyordum, aşağıya indiğim an gözler üzerimde olacaktı. Herkes, “Canpolat’ın karısı olacak kız” diye fısıldaşacaktı.
Annem usulca ayağa kalktı. Kapıya yürürken dönüp bana son bir kez baktı. “Ne olur, biraz sabret. Belki zamanla kalbin alışır. Belki Canpolat da…” Sesini titreyerek kesti. Cümlenin sonunu getiremedi. Çünkü o da biliyordu ki, Canpolat’ın değişmesi diye bir şey yoktu.
Kapı kapandı. Odaya yeniden yalnızlık çöktü. Ben dizlerimi kendime çektim, alnımı dizlerime yasladım. Sessizce ağlamaya başladım.
Ve o an içimden bir söz geçirdim, sadece kendime:
“Beni bu eve gelin diye çıkarmak istiyorlar ama ben onların gelini olmayacağım. Ben Canpolat’ın karısı olmayacağım. Ölürüm de olmam.”