5*

2057 Words
Mavi Yılmaz Her zaman duygusal biri olmuştum. Yetimhanede geçirdiğim yıllarda hep ağlar, ailemin bir gün beni gelip alacağını söylerdim. Kumru ise benim aksime daha gerçekçiydi. Her ağladığımda yanıma gelir, “Biz aileyiz zaten, yoksa beni beğenmiyor musun?” der ve gülümserdi. Aslında onun hikâyesi benimkinden daha acıklıydı. Dört yaşındayken ailesini bir trafik kazasında kaybetmişti. Annesini babasını hatırlıyordu. En kötüsü de bir sürü akrabası olmasına rağmen yetiştirme yurdunda büyümüştü. Kimse onu görmeye gelmezdi. On sekiz yaşımıza geldiğimizde de hiçbir akrabası onu aramamış, o da kimseyi arayıp sormamıştı. Ama ayaklarının üzerinde dimdik durmayı başarmıştı. Ben ailemi hiç tanımadım. On dokuz, yirmili yaşlarımda merakıma yenilip ufak bir araştırma yapmıştım. Yetiştirme yurduna sorduğumda, uzun boylu esmer bir adamın beni iki aylıkken yurdun kapısına bir sepetle bıraktığını söylemişlerdi. Sepetin içinde bir kâğıtta “Zeynep Mavi” yazıyormuş. Kimliğimde bu yüzden Zeynep yazıyordu ama yurtta herkes bana Mavi derdi. O günden sonra bir daha araştırmadım. Araştırsam da bir şey bulamayacaktım. Kumru’yla birbirimize aile olmuştuk. Yeri geldi ben anne gibi onu kucakladım, yeri geldi o baba gibi sırtımı sıvazladı. Birbirimiz için çok fedakârlık yaptık, hâlâ da yapıyoruz. O kadar olayın içinde nefes almaya çalışırken tek şükür sebebim onun hayatımda var olmasıydı. Siyah bol tişörtümü ve koyu renk kot pantolonumu giyip salona geçtiğimde Kumru’nun çatık kaşlarıyla karşılaştım. “Ne bu halin!” dedi; kanepeden hızla kalkıp ellerimi tuttu. “Ne varmış halimde?” “Böyle mi gideceksin ilk buluşmaya?” diye çıkıştı. Derin bir nefes alıp beni odama çekiştirmeye başladı. “Kumru, ne güzel işte. Bıraksana!” dedim, elimi ondan kurtarmaya çalışırken. “Saçmalama be, böyle gidilir mi?!” dedi. Dolabı açıp çıkardığı elbiseleri yatağın üzerine fırlatmaya başladı. Ondan kurtulamayacağımı bildiğim için kaderime küsüp yatağın üzerine atılan elbiselere baktım. Sade siyah bir elbiseyi elime alıp “Bu olur mu?” dedim. Korkarak ona bakıyordum ki korktuğum başıma geldi. “Saçmalama be!” diyerek elimdeki elbiseyi alıp yere fırlattı. Tam o sırada telefonum çaldı. 053 *** ** ** arıyor…* “Sen adamı hâlâ kaydetmedin mi?” dedi Kumru, komodinin üzerinde duran telefonu bana uzatarak. Oflayarak açtım. “Efendim,” dedim; sesim oldukça bıkkın çıkmıştı. “Ben geldim, kapıdayım.” “Tamam, çıkıyorum birazdan,” dedim ve telefonu kapatıp çantama attım. “Bak adam gelmiş, vaktim yok. Çıkıyorum,” dedim hızla. Kumru kolumdan yakaladı. “Bu halde bir yere gidemezsin!” dedi; gözlerinden alev fışkırıyordu. En sonunda dolaptan onu uzaklaştırıp göz gezdirdim. Camel renginde, uzun kollu gömlek elbisemi elime alıp, “Bu olur mu?” diye sordum yalvaran bakışlarla. “Tamam, olur. Giy bunu,” dedi ve odadan çıktı. Hızla elbisemi giyip krem rengi, ince bantlı hafif topuklu ayakkabılarımı geçirdim. Uyumlu bir çantayı da elime aldım. Boy aynasında saçlarımın düzgün salık hâline, sade makyajıma baktım. Parfümümü sıktım. Salona geçtiğimde Kumru üzerimi süzüp, “Bak, böyle gayet iyisin,” dedi. “Ama adama sakın ters davranma. Bacaklarını kırarım!” Yapardı manyak, diye içimden geçirerek evden çıktım. Kapının önünde duran Range Rover’a bindim. Yanımdaki adama göz gezdirdim: krem rengi pantolon, kırık beyaz gömlek… Gayet yakışmıştı. Taş gibiydi. “Çok bekletmedim değil mi?” dedim, gözlerimi mavilerine kaldırarak. “Sorun değil,” dedi ve arabayı çalıştırdı. Heyecanı direksiyon tutuşundan, bakışlarını kaçırışından belliydi. Her göz göze gelişimizde mavilerini hızla çekiyordu. Bu kadar mı etkilenmişti benden? Sessizce yol alırken can sıkıntısıyla radyoyu açtım. Birkaç parçadan sonra sevdiğim melodi çalmaya başladı. “Bu şarkıyı çok severim,” dedim. O da sesi yükseltti. Ama geçecek, geçmez mi sanıyorsun bu keder? Yine bitecek, bitmez gibi gelen geceler belki üzecek… Ama geçecek… Bu şarkıyı her dinlediğimde unutmak istediğim eskilere giderdim. “Geçecek,” diye mırıldandım. O anda müzik değişti. Mardin manzarası eşliğinde şık bir restorana vardık. İyi ki Kumru’yu dinleyip üzerimi değiştirmiştim. Restorana girer girmez tüm gözler bize çevrildi. Yanımdaki adam oldukça yakışıklıydı; bu normaldi. Ama ben böyle bakışlardan hoşlanmazdım. Masaya geçtiğimizde sandalyemi çekerek oturmamı sağladı. İlk artı puanını cebine yazdı. Garson geldiğinde benim adıma sipariş vermemesi de ikinci artı puanı oldu. Bazı denyolar vardır, karşısındakini yok sayıp onun yerine sipariş verir. Canınız cehenneme! Siparişlerimizi verdikten sonra manzaraya dalmıştım ki sesiyle irkildim. “Burayı severim,” dedi. “Ben de sevdim. Manzarası çok güzel,” dedim, sonra yeniden gözlerimi manzaraya çevirdim. Bir şeyler mırıldandı ama anlayamadım. Yemeklerimizi yerken bana ailesinden bahsetti. Üç kardeş olduklarını, annesini babasını anlattı. Anlattığına göre eskiden Mardin’de katı kurallar varmış. Hatta annesiyle babası berdel ile evlenmiş; sonradan birbirlerine aşık olmuşlar. O kuralları kaldırmak için el birliğiyle uğraştıklarını söyledi. Ama en çok şaşırdığım şey: şu an kendisi bir aşiret ağasıydı. Afran Ağa. “Ee peki yine kız kaçıranlara ne tür cezalar veriyorsunuz, ağam?” dedim alayla. Bunlar bana saçma geliyordu. Bir insan bir insanı sevmiş, beğenmiş; size ne? Sevmenin cezası mı olur? “Ceza falan yok, sevmenin cezası mı olur?” dediğinde benden artı bin puan aldı, Afran Ağa. “Aileleri bir araya getirip olayı tatlıya bağlıyoruz.” “Annenle babana hayran kaldım doğrusu. Yaptıkları inanılır gibi değil. Bir toplumun zihniyetini değiştirmek… ayakta alkışlanacak bir şey,” dedim hayranlıkla. Gerçekten müthiş insanlar oldukları belliydi. Arya da Afran da gayet kibar, medeni insanlardı. Arya biraz daha eğlenceliyken Afran daha ağır abiydi. “Öyle,” dedi. Sonra bakışlarını tabağından çekip yüzüme çevirdi. “Senin ailen burada mı?” Önümdeki bardaktan bir yudum su aldım. “Benim ailem yok,” dedim kısık sesimle. Mavilerini kısarak yüzümü süzdü. “Özür dilerim, başın sağ olsun,” dedi tedirgin bir halde. “Yok… yani, nasıl desem…” Bir yudum daha su aldım. “Hiç olmadılar. Kim olduklarını bilmiyorum. Yetimhanede büyüdük biz Kumru’yla.” Sıkıntılı bir soluk aldı, bakışlarını benden kaçırdı. Sorduğuna pişman olmuştu. “Anladım… seni üzdüysem—” “Üzülmedim, alışığım ben. Sorun değil,” dedim gülümseyerek. O da karşılık olarak sıcacık bir gülümseme bıraktı dudaklarına. Birden sıcak mı oldu burası? Yemeklerimizi bitirdikten sonra, “Tatlı?” diye sordu. Yüzümü buruşturdum. Tek sevdiğim tatlı saray tatlısıydı. Ben ekşi ve acıyı severdim. “Saray tatlısından başka tatlı yemem ben,” dedim ve alt dudağımı dişlerimin arasına aldım. Mavileri dudaklarımda gezinirken on, on beş saniye kadar bana baktı. Sonra derin bir yutkunmayla bakışlarını kaçırdı. “Kalkalım o zaman,” dedi ve garsondan hesabı istedi. Restorandan çıkınca arabaya bineceğimizi düşünüyordum. Ama öyle olmadı. Vale’ye uğramak yerine caddeye doğru yürümeye başladı. “Nereye?” dedim arkasından, adımlarımı hızlandırarak. “Saray tatlısı seviyorum demedin mi?” dedi kocaman gülümsemesiyle. “Ciddi misin?” diye sordum heyecanla yanına varırken. “Nereden bulacağız?” “Bu caddede çok satıcı var, ille denk geliriz,” dedi yine o kocaman gülümsemeyle. Ne de güzel gülüyordu. “Tamam,” dedim, yan yana cadde boyu yürümeye başladık. Hem yürüyorduk hem muhabbet ediyorduk. Yoldan geçen kadınların yanımdaki adama yer gibi bakmalarına sinir olsam da belli etmemeye çalışıyordum. Bak şimdi şu esmer kıza… bak, bak! Yanımızdan geçti, hâlâ adama bakıyor. E yuh! Hiç mi erkek görmedin be kadın? Yanımda Zeus edasıyla yürüyen adam ufak bir kahkaha attı. O an daha da dikkat çekmeye başladı. Gülme be! Gülme! Daha güzel oluyorsun, daha çok bakıyorlar. Onun gülmesiyle bize doğru yürüyen bir kadın olduğu yerde durup hayranlıkla ona bakmaya başlamıştı. “Neye gülüyorsun?!” dedim öfkeyle. “Sana gülüyorum. Trafik memuru gibi etrafı süzüyorsun.” Bak, bak, bak… laflara bak! “Doğru söyledin ağam. Kızların yanımdaki adama yercesine bakmasından rahatsız oldum. Demek ki neymiş, bir daha yakışıklı bir adamla dışarı çıkmamak lazımmış,” dedim. Öfkem kanımda kaynıyordu. Boşta duran elime güçlü bir el sarıldı. Kalbim ağzımda atmaya başladı. Kulağımda hissettiğim nefesiyle titrediğimi hissettim. “Ben sadece bir kişiyi görüyorum,” dedi o tok sesiyle. Nefesim kesildi. Böyle ölmem ya, füze at sen en iyisi! Heyecandan avuç içlerim terliyordu ama elimi çekmemiştim. Yıllar sonra ilk defa kalbimin varlığını hissetmiştim. İlk defa heyecanın içime işlediğini. Saray tatlısı bulamamıştık ama bir midyeci gözüme çarpınca hızla yanında durdum. “Gerçekten mi?!” dedim heyecanla. Yüzü ise iğrenç bir hale bürünmüştü. “Sevmiyor musun gerçekten?!” diye sordum. Başını evet anlamında salladı. “Ben yiyeceğim, sen bilirsin.” Midyeleri alıp ufak ahşap masaya oturduk. Bana tuhaf bakışlar atıyordu. “Hiç yedin mi?” dedim. Böyle bakışına bakılırsa yememişti. “Hayır.” “Benim için tadına bakar mısın?” Yavru köpek edasıyla yüzüme uzun uzun baktı. Derince yutkundu. “Tamam,” dedi sessizce. Sonra gülümseyerek ekledi: “Senin için çiğ tavuğu bile yerim misali, midye de yeriz. Ne olacak sanki.” Bir tane aldı, ağzına attı. Önce yüzü buruştu, sonra kaşları havalandı. “Çok güzel… diyemem.” Gözlerimi olabildiğince açtım. “Çok güzel değil mi! Harika be, harika!” dedim ve hızla bir midye daha attım ağzıma. Keyifle yerken o bana gülümseyerek bakıyordu. Evin önüne arabasını park ettiğinde gözlerimi ona diktim. “Her şey için teşekkür ederim. İyi geceler.” “Ben teşekkür ederim. Tekrarlayalım,” dedi gülümseyerek. Yanaklarım al al olmuştu. Başımla onayladıktan sonra arabadan indim. Apartmanın kapısına ilerledim. Son bir kez arkamı döndüğümde hâlâ bana bakıyordu. Gülümsemesine karşılık verdim, elimi salladım ve içeri girdim. Ne de çabuk geçmişti zaman. ❤️ Yorucu bir günün ardından nihayet eve dönmüştüm. Hem işte yorulmuş, hem de Kumru’yla iki saat boyunca alışveriş yapmıştık. İki saat! Kumru’yu bıraksalar bir ömür yapardı zaten. Kumru mutfakta yemek hazırlarken ben de evi toparlıyor, aldıklarımızı yerleştiriyordum. Makarnanın kokusu burnuma vurunca homurdandım: “Makarna yumurtlayacağım yakında!” “Çok konuşma, gel hadi. Sofra hazır,” dedi. Mecburen sofraya oturup yoğurtlu makarnayı mideme indirdim. Yemekten sonra biraz televizyon keyfi yaptık. En sonunda “Ben yatıyorum,” dedim. “Ben de,” dedi Kumru. Hafta sonunun tatil sevinciyle pijamalarımı giydim: ince askılı, göğsünde dantel detayları olan siyah takımımı. Yatağa uzanır uzanmaz hafif bir uykuya daldım. Derin uyuyan biri değildim zaten. Bir süre sonra kulağıma tanıdık melodiler çalındı. Telefon ışığının odayı aydınlatmasıyla gözlerimi araladım. Yarı baygın elime alıp ekrana baktım. Afran arıyor… “Bu saatte mi?” diye mırıldandım. Saat henüz 22.00’ydi. Tavuk gibi erkenden yatan Mavi’yi alkışlayalım. “Efendim,” dedim telefonu açarak. Uzun bir süre sessizlik oldu. Telaşla sordum: “Afran, bir şey mi oldu?” “Yok, sesini duymak istedim. Ne yapıyorsun?” “Hiç… evdeyim işte. Sen?” dedim. Yine sessizlik… Kulağımdan telefonu çekip kapanıp kapanmadığını kontrol ettim. Tekrar kulağıma götürdüm. “Ben evin önündeyim,” dedi tedirgin sesiyle. Şokla pikeyi ayaklarımla itip yataktan fırladım. “Ciddi misin?” “Öyle. Seni görmek istedim.” Cevap bile vermeden telefonu kapattım, anahtarlarımı kaptığım gibi dışarıya koştum. Arabasına yaslanmış, siyah tişörtü ve koyu renk pantolonuyla bana gülümseyerek bakıyordu. Ben de ona baktığımı ancak birkaç saniye sonra fark ettim. Hem de pijamalarım ve yalın ayak! Tam geri dönecekken arkamdan seslendi: “Bekle!” Omuzlarımdan tutup kendine çevirdi. “Her hâlinle çok güzelsin,” dedi. Dağınık saçlarımdan yüzüme düşen bir tutamı çektiğinde kalbim deli gibi çarpmaya başladı. “İçeri gel istersen,” dedim, resmen kekeliyordum. Ne oluyor sana kızım, kendine gel! “Sorun olmasın?” dedi tereddütle. “Ne sorunu olacak canım? Geç buyur,” diyerek kapıyı açtım. Evim gösterişli değildi ama utanacak biri de değildim. Onu salona buyur ettim. “Bekle biraz,” dedim ve banyoya geçtim. Ayaklarımı yıkayıp siyah sabahlığımı giydim, saçlarımı topuz yaptım. Mutfağa ilerleyip sordum: “Kahve içer misin?” “Olur,” dedi. Nasıl içtiğini sorup ikimize de okkalı Türk kahvesi yaptım. Orta kahveleri sehpaya koyup yanına oturdum. Bir süre sessizlik içinde göz göze baktık. Onu bozan Afran oldu: “Arkadaşın uyuyor herhalde.” “Evet. Ama uykusu ağırdır, kolay kolay uyanmaz,” dedim, hala salak salak sırıtarak. Sanki uyansa ne olacak, tövbe estağfurullah. Kahvelerimizi yudumlarken konu şiire geldi. “Ben de şiir severim,” dedim kocaman gülümseyerek. Şiir seven insanı ayrı severim. Çünkü şiir seven, sevmeyi bilen insandır. “Özellikle sevdiğin bir şiir var mı?” diye sordu, mavilerini mavilerime kenetleyerek. Biraz düşündüm. Sonra dudaklarımdan duygularımı anlatan dizeler döküldü: “Sen bu karanlık ömrümün içinde bir sevinç ışığı gibi, kurumaya yüz tutan ekinlere can veren bir nisan yağmuru gibi birden bire geldin.” Nefeslerim düzensizleşmişti. Bu adam beni fazlasıyla etkiliyordu. “Senin?” diye sordum titreyen sesimle. Derin bir nefes aldı. Mavilerini gözlerime iyice kenetledi. “Öylesine güzel seviyorum ki seni. Öylesine saf. Öylesine temiz. Öylesine derin. Ve ‘öylesine’ değil.” Onun da nefesleri düzensizleşmişti. Duygularımızı şiirle anlatmak ikimizi de sarsmıştı. Uzun bir süre anlamlı bakışlardan sonra başını iki yana salladı. “Ben artık gideyim,” dedi, hızla kalkarak. Kapıya kadar eşlik ettim. “İyi geceler,” dedim gülümseyerek. “Görüşürüz,” dedi. Dış kapıya kadar bekledim. Çıkarken karizmatik bir asker selamı verip gözden kayboldu. Kalbim hâlâ deli gibi çarpıyordu. Odama geçip pikemin altına girdim. Tam o sırada telefonumun mesaj sesi odada yankılandı. Merakla açtım. Afran: Öpüyorum gökyüzü gibi bakan gözlerinden. İyi geceler.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD