Kaşıkçı Ömer
Mevsim kışa doğru hazırlığını çoktan yapmış, aylardan aralığın başıydı. Adını Aladağlar bölgesinde bulunan Demirkazık dağından alan, Demirkazık köyünde yaşayanlar henüz, kara kış dedikleri, komşunun komşuya gidemeyeceği günlerle karşılaşmamıştı.
Fakat
son birkaç gündür ‘bugün yarın kapınızdayım son hazırlığınızı ona göre yapın’
dedirten, insanın suratını bıçak gibi kesen bir soğuk vardı. Sabahın kör
saatleri dedikleri şu vakitte, Mustafa imam muazzam çıplak sesiyle köylüyü namaza
davet ederken, yola düşenler o keskin soğuktan nasibini alanlardandı.
Kimi
ömrünün son demlerinde, kimi orta yaşını çoktan geçmiş, ihtiyar
diyebileceğimiz, on yahut on beş kişi davete icabet etmek için evlerinden
çıktıklarında, suratlarından düşen bin parçayla camiye doğru sessizce
ilerlemekteydi.
Ayaklarının
altında ezilen, donmuş topraktan çıkan buz çıtırtılarının sesi ve imamın
çağrısına eşlik eden köpek ulumaları dışında kimseden ses çıkmıyordu.
Birbirlerine sadece başlarıyla selam vermişler, aynı yol güzergâhında, önlü
arkalı ikişer gurup halinde konuşmadan yürüyorlardı.
Onlar
aynı derdin içinde birebir savaşmayı tercih edenlerdendi. Hepsinin derdi aynı
olsa da sesli dile dökmekten ödleri kopuyordu. Tek yardım isteyecekleri biri
vardı ki O tekti. O yüceydi. O kapısına yardım niyetinde
aşındıranları asla geri çevirmezdi. Bedenler farklıydı. Kimi iri kimi zayıf.
Bazısı ışıl ışıl temiz, bazısı biraz kirliydi. Kiminin niyeti çok İyi, ötekinin
biraz kötüydü. Fakat şu soğukta üşüyen hallerine aldırmadan gittikleri o
kapıda, dışarıdan hiçbiri sesli dile getirmese de namaz sonrası ellerini
açtıkları vakit, içlerinden geçirdikleri yakarış birebir aynıydı.
Sonsuz
Rahmetinden sual olunmayan Allah’ım. Bizi kavuşturacağın yeni günlerde, beni
ailemi ve tüm sevdiklerimi zalimin zulmünden koru (âmin) derken hepsi sessizce
kimse duymuyordu.
.......
Mustafa
İmam, asli görevini şükür ki bugün de yapabilmiş olmanın mutluluğu ile namaz
sonu duasını ettikten sonra, oturduğu yerden ayağa kalktı. Caminin içine
baktığında havanın da etkisiyle arkasında saf tutan köylüden geriye kimse kalmamıştı.
Onlardan yarım saat önce gelip yaktığı sobaya doğru yürüdü. İçinde yanan köze
baktı. Bir sakatlık çıkmasın diye ateşin tamamen sönmesi için biraz oyalandı.
Neme lazım dışarıda fırtına vardı. En ufak kıvılcım, kenarları eskimiş sobadan
dışarı çıkar, yangın çıkabilirdi.
Dağılmış
tespihleri yerine koydu. Kuranı kerimlerin ve birkaç dinî kitabın
bulunduğu rafları düzenledi. Zamanın da yeşil rengine boyanmış şimdilerde ise o
renkten eser kalmamış, dokunsa dağılacak olan bakımsız tahta pencerelerin kapalılığından
emin olmak için bir kez daha baktı. Güya kapalıydı! İşlerini bitirdikten sonra
sobanın söndüğünden tamamen emin olunca, erkenden gelip tek tek yaktığı, duvara
asılı gaz lambalarını da söndürerek kapıya yöneldi. Dış kapının korunaklı
bölümüne ait, iç kısmına yerleştirilen tahtadan yapılmış ayakkabılıktan siyah
mest lastiği ayakkabılarını giyerek çıktı.
Hava
ciddi manada soğuktu. Beyaz yüzü kuru ayazın da etkisiyle kızarırken, dışarı
çıkan nefesinde ki buhar yoldaşlık ediyordu. Paltosunun yakasını
kaldırarak, sert esen rüzgâra karşı kendisini korumaya aldı. Evi caminin hemen
arkasında olmasına rağmen o, her sabah namazından sonra yaptığı gibi köy
meydanına doğru yöneldi. Hızlı adımlarla nefes nefese yürümeye başladı. Üşüyen
cemaat koşarak evlerine gitmiş olmalı ki kendisi ve sokak köpekleri dışında
köyün içinde kimse yoktu. Aslında o da onlar gibi evine gidebilir, sıcacık
yanan sobasının dibinde şafak sökene kadar tatlı bir uyku çekebilirdi. Şu çıkan
soğuğa karşı düşünceleri bu yönde olsa da ayakları gitmek istedikleri yeri iyi
bildiğinden, cayarım korkusuna düşmüş olacaklar ki fazla aceleciydi. Pekâlâ
kendisi de bu durumdan çokça hoşnuttu. Allah'tan köy meydanı ile cami arasında
çok büyük bir mesafe yoktu. Birkaç sokak dönemecinden sonra iki yüz metre kadar
ilerisi, köylünün genellikle alışveriş ve sohbet için bir araya geldikleri
meydana çıkıyordu. Meydan dedikleri bir nevi küçük çarşıydı. Hepsinden birer
adet bulunan küçük dükkanlar karşılıklı dizilmişti. Bakkal Nuri, Berber Hasan,
Terzi Mahmut, Hırdavatçı Remzi ve Kaşıkçı Ömer’in bulunduğu dükkanlardan
ibaretti. Köy küçük olmasına rağmen işlevi büyüktü. Çünkü civar köylerden de
alışveriş için bu köyü tercih ettikleri için insanların ihtiyaçlarını
giderebileceği her şey vardı. Tabi cebinde para olanlar için. Yazın cıvıl cıvıl
olan bu mini çarşı, hâliyle kış aylarında bazı günler öğlene kadar kapalı
olurdu. Yoğun kar yağışları olduğunda ise birkaç gün açılmazdı. Tek bir dükkân
hariç. Kaşıkçı Deli Ömer’in dükkânı.
Mustafa
hoca yine yanılmamıştı işte. Havanın bu denli soğuk olmasına rağmen, Ömer’in
dükkânının hem sobası hem de küçük ahşap penceresinin çıkıntısına yerleştirdiği
çıra lambası yanıyordu. Ve adı gibi emindi ki sobanın üzerinde demlenmiş çayı
da hazırdı. Yanılmadığının ispatıyla yüzünde oluşan sıcak tebessümü esirgemedi.
Dükkâna doğru acele ederek adımlarını hızlandırdı. Aklına ne takıldı ise içeri
girmeden önce pencerenin önünde durdu ve içeriyi izlemeye başladı.
Pencere
önüne konulan çıranın da etkisiyle, gölgesi karşı duvara, Ömer’in kendi
elleriyle işlediği kaşıkların asılı olan duvara yansıdı.
Ömer
gelenin kim olduğunu bildiğinin alışkanlığından mı nedir istifini hiç bozmadan
elindeki işine dalmış öylece devam ediyordu. Mustafa imam onun bu hâlini soğuğa
aldırış etmeden bir süre pencere dışından, izlemek istedi.
Tek
göz küçük dükkânın Ömer’in babasından kaldığını biliyordu. İnsanların onu
yorumladıkları hallerine tezat, üç kişinin zor sığabileceği küçücük dükkânı,
koca bir dünyaya çevirmiş olduğunu bir kez daha gördü.
Elleriyle
yaptığı her bir emeği, kireç badanalı duvarlarına muhteşem bir ihtişamla
dizmiş, göze hoş bir görüntü sağlamıştı. Tavandan aşağı sarkan ahşap
oyuncakların yanı sıra, kendisi için oluşturduğu tek kişilik çalışma masası
sanki hiç yer kaplamıyordu. Talaş tozları yerleri katletmekten ziyade,
oyuldukları yerden hafif bir el itmesiyle kovanın içinde birikiyor, oradan da
sobaya kolayca dökülüyordu. Kapının arkasında çakılı olan rafta ise birkaç
bardak, demir sürahi ve birkaç da tabak vardı.
Böyle
bir dükkânın, böyle muntazam görüntüsü ancak Ömer'in ellerinden çıkardı da bunu
kimse kabullenemiyordu Maalesef.
Yaşı
Ömer’den oldukça büyük olmasına rağmen, onun dükkanında ki sıcaklığı hiçbir
yerde bulamıyordu. O yüzden her gün uğrak yeri olmuştu. Buraya geldiğinde
kendini dinlenmiş hissediyordu.
Oğlu
yoktu Mustafa imamın. Üç tane kız evladı vardı. Onları da evlendirmiş hatta her
birinden torun sahibi bile olmuştu. Şayet bir oğlu olsaydı, isterdi ki Ömer
gibi olsun. Kendine yoldaş kılmasının en büyük sebeplerinden biri Ömer’i oğlu
gibi sevmesiydi. “Bu çocuk da başka bir şey var” diyerek, her sabah namazından
sonra kendini burada bulmasına bahane kılıyordu.
Ömer
onun, pencere dışında kendisini izlediğini biliyordu. Fakat ‘dışarıda üşüme
buyur geç hocam' demeyi akıl edemiyordu." İçeri girmek istese zaten girer,
davete ne gerek var" diye mi düşünüyordu acaba. Böyle düşünüyordu hoca.
Yani öyle gözüküyordu dışarıdan.
Yine
her zaman ki gibi uzun gövdesiyle oturmuş olduğu masa önünde küçücük kalmış,
başını hafif omzuna yatkın bir vaziyette eğerek, eline aldığı tahta parçasını
yontmakla meşguldü.
Kendi
halinde, kimsenin akına karasına karışmadan, ormandan getirdiği dalları kesip,
biçip, yontarak müthiş işler çıkarıyor, hayatta kendisinden başka hiç kimsesi
kalmamış annesi ile kendisine, rızkını çıkarıyordu.
Ömer’in
işlediği kaşıklar, oyuncaklar, çanaklar dilden dile dolaşır olmuştu. Bilhassa
yeni evlenecek olan her genç kızın çeyizinde, mutlaka bulunurdu. Civar
köylülerin de gelip almasından ziyade bir de arada bir şehir pazarlarına
götürüp satardı. Hem de yürüyerek giderdi. Mustafa hoca birkaç aydan aya
dükkânı kapalı olduğunda bilirdi ki Ömer şehre gitmiş. Sonra da bir iki hafta
içinde yine yürüyerek dönerdi. Kendisinden başka, kimse necisin neredesin diye
sormazdı. Bir de anası.
Mustafa
imam akıl sır erdiremediği genç adamı izlemekten asla yorgunluk hissetmese de
üşüdüğü için harekete geçti. Ömer’in boyundan küçük, mavi tahta kapının
tokmağından tutup içeri doğru itekledi. Tahtanın gıcırtısıyla elindeki işi
ancak bıraktı Ömer. Omzunun üzerinden baktı, biraz durdu, sonra ayağa kalkarak
karşıladı misafirini. Hiç söz etmeden.
"Selamın
aleyküm evlat! Ne derim bilir misin? Bu gencin hiç mi yatağı bozulmaz, o baş
hiç mi yastık yüzü görmez derim " diyerek ilk sözü başlatan yine Mustafa Hoca
oldu.
Ömer’in
mavi gözleri kısıldı. Hafif bir tebessüm sunarak başını omzuna doğru eğdi.
İfadesi çekindiğinden biraz da hocanın onu adam yerine koymasının
mahcupluğundandı. Bu kez karşılıksız koymadı hocanın sözlerini. Zor bela
toparlamaya çalıştığı kelimeleriyle kekeleyerek konuşmaya çalıştı.
“Aleyküm
selam hocam. Rızık işte ne yaparsın. Kovalamadan olmaz" dedi. Yazıldığı
gibi çıkmadı sözcükler. Hece hece döküldü her biri Ömer’in ağzından.
Ömer
hocaya karşı bazen hiç konuşmaz hep dinler bazen de böyle kısa cümlelerle
mükafatlandırırdı. Kekeleyerek karşılık vermeye çalıştığında çoğu zaman doğru
olanları söylerdi. Mustafa hoca, onun konuşmaya çalıştığı anlarda, dilinde
dökülen hecelerin bu denli tok çıktığını duyunca, kim bilir konuşabilseydi,
sedasının ne güzel olabileceğini düşünür dururdu.
Hemen
sobanın dibine doğru tabureyi koyunca Ömer, beklemeden oturdu. Tahmin ettiği
gibi yeni demlenmiş çayın kokusu burnuna geliyordu. " eyvallah Ömer sağ
olasın. Üşümüşüm dışarıda " dedi.
Ellerini
sobaya doğru uzatıp ısınmaya başlayınca Ömer, küçük masayı ayaklarının dibine
kadar getirdi. Üzerinde ki tahta tozlarını eliyle gelişi güzel sildi. Hiç
konuşmadan alışagelmiş hizmetini sunuyordu. " gerek yok oğlum bak işine
" dese de devam etti. Kapının ardında ki duvara çakılı mutfak
gereçlerinin olduğu raftan iki bardak, ağzı kapalı şekerlik ve otlu peynir
kabını da koydu. Biraz da zeytini vardı. Hepsini masanın üzerine dizdikten
sonra yine hiç sormadan çayları doldurmaya başladı.
Biliyordu
ki Mustafa Hoca, Ömer’in o gök mavisi gözleri konuşur, zanaatını en ince
ayrıntısına kadar işlediği elleri konuşur, yolda yürürken aksayan ayağı
konuşur, babayiğit dedikleri bedeni konuşur da herkes den kekeliyorum diye
sakındığı dili susardı.
Ağzından
çıkan birkaç hece, bir tek kendisine bir de varı yoğu olan yaşlı anasına
olduğunun farkındaydı.
......
Mustafa
hoca her zaman yaptığı gibi sorular soruyor, onu bilhassa konuşmaya teşvik
ediyordu. Ömer ise onca cümlelere sığdırılan soruları kısa ve öz kelimelerle
cevap vererek, kahvaltıdan sonra eline aldığı tahtayı yontarak cevap veriyordu.
Çokça dinliyordu. Kulağı hocada eli işteydi.
Şafak
sökmüştü. Gecenin ıssızlığını kışa rağmen uyanan köylünün sesi canlandırmıştı.
Geceden beri devam eden fırtına şiddetini ara ara arttırsa da erken uyananlar
yavaş yavaş kahvehanedeki yerlerini almıştı.
Mustafa
hoca son cümlelerini toparlarken Ömer, ikinci yahut üçüncü kaşığı bitirmek
üzereydi. Zamanı öldürmek istediğinde kahvehane yerine Ömer’in yanında olmayı
yeğlerdi. Emindi ki diğerleri de ona farklı gözde baksalar onlar da bu ağaç
kokulu küçük dükkânı seçerdi. Elli beş yıllık ömrümde şükür ettiği hayatının
yanı sıra girdiği şu dükkânda, oturduğu taburede, içtiği çay da ve sırtı ona
dönük olan adamın zanaatını yaptığını izlerken aldığı huzurun tadı hiçbir yerde
yoktu. Aslında buraya gelmesinin bir amacı yoktu. Ömer’in ağzından dökülecek
hecelerin derdinde huzur bulması dışında. Ara sıra ilimden irfandan bahsederdi.
Ömer, sadece dinlerdi. Peygamber efendimizin nasihatlerini anlatırdı yine
dinlerdi. Anladığından emindi. Baktı Ömer’in kıpırtıları çoğalmış susardı.
Sıkmak istemezdi. Birkaç bardak çay içer varsa azığından bir şeyler birlikte
yer sonra da giderdi.
Biraz
çay biraz yiyecek ve birkaç kelime. Onun dışında başka hiçbir şey yapmazdı Ömer
karşılığında.
Bazen
soruyordu kendine. Evde hanımının yaktığı sıcacık soba ve üstünde demlenmiş çay
ile beklerken kendisini, sadece bu sebeplerden mi ötürü geliyorum bu dükkâna ‘diye.
Belki de ona acıdığını itiraf etmek güç geliyordu kendine.
Ömer
için deli derlerdi köyde. Saf, kekeme, topal Kaşıkçı da derlerdi. En çok
da kurtlu yarası olduğundan bahsederlerdi. Mustafa hoca köylünün bahsettikleri karşısında
şiddetle karşı gelirdi. Aslan gibi işinde aşında olan bu delikanlıya, kusurlu
gözlerin kusursuz bulduğu bedene kulp taktıklarını düşünürdü. Kızardı onlara.
“Etme
hocam. Görünür köye kılavuza ne gerek" derlerdi karşılığında. Onların
dedikleri gibi göremezdi işte, belki de ALLAH korkusu yoğun olduğundan içinde.
Evet kekelerdi Ömer. İki kelimeyi bir araya getiremezdi. O yüzden susardı.
Kimseyle konuşmazdı. Kimseye karşılık vermezdi. Verdiği zaman dalga konusu
olurdu çünkü. Sol ayağında hafif bir aksaklık vardı. O yüzden iki bacağını
dengelemeye çalışırken çokça sallanırdı bedeni. Yürürken sağa sola yalpalandığını
hep görürdü de boyunun uzunluğundan da kaynaklanıyor derdi. Asıl önemli olan
ise irin kaplı yarası olduğu söylenirdi. Bileğinden dirsek hizasına kadar
çaputla sarılmış, altında kapanmayan kurtlu yara olduğu anlatılırdı. Kendisi
görmemişti ama görenlerin iddiası ‘açık kocaman yara. İçinden küçük küçük
kurtçuklar çıkıyor “olmuştu.
Aklı
karışıyordu Mustafa hocanın. Eğer anlattıkları gibi olsa nasıl olur da koca
tahta parçalarını tek bilek kuvvetiyle yontabilir, hayret ediyordu. Bir
keresinde ısrarla bakmak istemişti fakat Ömer, “benden tiksinmeni istemem hocam
“diyerek reddetmişti.
Onu
tanıdığı günden bugüne sarılı koluna her seferinde çare olmak istese de Ömer’in
kendisinden uzak kalacağını düşünerek beklemede kalmıştı. Bu oğlanın da
imtihanını yaradan, beden ve akıl sağlığından vermişti. Yine de pes etmeyecek
elbet o yaranın derdine dermanını bulmak için yardım edecekti.
Bugünlük
bu kadar yeterdi.” Yarın sabah ezanında yine görüşürüz evlat. Allah'a emanet
ol” Diyerek ayağa kalktığında Ömer de kalkmaya yeltenince eliyle omzuna
bastırarak durdurdu. “Bak işine giderim ben “dedi.
Başını
salladı Ömer. Anında hocanın verdiği komutu yerine getirmek istercesine işine
döndü. Mustafa hoca onun bu haline tebessüm ederek dışarı çıktığında Ömer
ardını dönüp de bakmadı bile.
..........
Yalancı
kış güneşi Demirkazık dağının tepesinden gülümsemeye başlamıştı. Önce gülümser
sonra da suratını astığı gibi yerini kara bulutlara kaptırarak ortalığı fena
dağıtırdı. Öyle bir gündü. Fırtınanın dineceği yoktu. Ardından tipiyle kar
yağacağını belli ediyordu. Fena ayaz vardı. Yine de Demirkazık köyünün
bireyleri, rızıklarının peşine düşmekten gocunmuyordu. Şu kış gününde kim
alışveriş yapacak derdine düşmemişler, illaki o küçük dükkanlarını açmaya
koyulmuştu.
Fakat
onlar da tıpkı güneş gibi suratlarından düşen bin parça, karamsarlardı.
Dertleri havanın soğuk olması değil, üç kuruş kazanacakları paranın ellerinden
alınma korkusuydu.
Sabahın
rızkını toplamak isteyen esnaf teker teker dükkânlarını açmaya başlamıştı.
Rızıklarının ellerinden zorla alınacağını bile bile.
Onlar
dükkanlarını daha yeni aça dursun Ömer, işlerini çoktan bitirmiş, iri bedeniyle
sallanarak, dükkânının önünü bile temizlemişti. Fırtınadan sebep ortalığın toz
duman olmasına karşı hem de. Alışmışlardı bu delinin dükkanını neredeyse
hiç kapatmadığına. Sabahlara kadar kaşıkları yonttuğuna da. Yalnız işlediği
kaşıkların güzelliği kadar, satarken de aklını azıcık kullansaydı, koca çarşıyı
satın alacak kadar parası olurdu. Onun gibi kimsenin dükkanına girip
çıkan yoktu. Gel velakin bu ahmak kaşıkçı, kimine üç kuruşa kimi de buna beş
kuruş ödemeden aldıkları gibi çıkıyorlardı dükkândan.
Birkaç
kez yol yordam göstermek istemişler “Bak oğlum para iste. Bedava verme kimseye “deseler
de hiçbirini dinlememişti. Hoş söyleneni anlayabiliyor muydu ki.
"Ancak
olduğu yerde sallansın dursun" demişler sonra da onun akılsız işlerine
karışmamışlardı.
Onu
şu soğukta dükkânın önünde hazırlık yaparken görenlerden bazıları selam vermiş
bazıları da sanki o orada hiç yokmuş gibi davranıp islerine dönmüştü. Bu hep
böyle olurdu.
Kimi
Allah’ın selamını esirgemezken, kimi de başını çevirip önünden geçip görmezden gelirdi.
Zaten selam verseler de vermeseler de Ömer için değişen bir şey yoktu.
O
kimseyi görmez, genellikle başı omzuna eğik durur sabahtan akşama kadar tahta oyar,
sonra da yaptıklarını satar, işi bitince de evine giderdi. Şafak sökmeden de
yine dükkanında olurdu.
Hoca
gittiğinden beri birçok işini halleden Ömer, dükkanının önünü süpürdükten sonra
tezgahını kurmuş, ortalığı kasıp kavuran fırtınaya aldırış etmeden,
yaptıklarını büyük bir titizlikle üzerine dizmişti. Onu izleyenler ‘şu fırtına
da tezgâhın uçar’ diye yol göstermeye kalksalar yine kendi yarım aklıyla iş
yapacağı için karışmamışlardı. Herkes kendi dükkanının içinde sobasının başında
iken o nihayet yorulmuş olacak ki tabureyi kapının önüne koyup oturmuştu.
Rüzgâr sert siyah saçlarını alabora ederken, uzayan sakallarıyla şakalaşmaya
tutuşmuş, görüntüsü güzelliğine inat darmaduman olmuştu.
Delilere
soğuk işlemez dedikleri bu olsa gerekti. Sanki çıkan fırtına en yakın dostuymuş
gibi karşısında kollarını bağlayarak, sırtını duvara yaslamış, uzun bacaklarını
öne doğru uzatarak, sohbete tutuşmuştu. Bir de gözlerini dinlendirmeye
kalkınca, kimse onun aklının bir şekilde çalıştığını iddia edemezdi.
Yarım
saat doldu ya da dolmadı, kulağına dolan iki kadının konuşmalarını duyduğunu
belli ederek yerinde kıpırdansa da gözlerini açmamıştı.
“Eh
be halam. Şu halimize bak! olacak iş mi şu yaptığımız “derken biri diğeri de
soluk soluğa cevap veriyordu.
“Yavrum
bilemedim ki yerin göğün birbirine karışacağını. Beş dakika da gider geliriz
dedim. Neyse gelir şimdi Cezmi. Gel o gelene kadar şu kaşıkçıya girelim “
Ömer
kapının hemen yanında uyur vaziyette, iki kadın da tam karşısında ona
bakıyordu.
“Manyak mı bu?” diyen gençten birine ait sese, halası müdahale etmişti.
“Ayıptır
yavrum deme öyle. Bu çocuk şey biraz. Nasıl desem aklı az eserekli derler “diye
fısıldamıştı.
“Az
mı? Hala görmüyor musun şunun halini. Sanki yaz ayında kalmış da tarlasında
keyif yapıyor “derken genç kız halasının sessiz fısıltısına inat bağırarak
konuşmuştu.
Halası,
dudağını parmağını koyarak sus işaret yapsa da oralı olmamıştı. Orta yaşlarını
çoktan geçmiş kadın baktı olacak gibi değil, Ömer’ e seslenerek gözlerini
açmasını sağlamıştı.
“Evlâdım,
biz birkaç şey alacaktık. Giriyoruz içeri “diyerek.
Ömer
durduğu pozisyonu bozmadan yüzlerine baktı ama cevap vermedi. Kadın onun bu
hallerine daha önce de şahit olduğu için cevap vermesini beklemeden bir de
çokça üşüdüğünden, yeğeninin itirazlarına aldırış etmeyerek kolundan tuttuğu
gibi dükkânın içine dalmıştı.
“Yavrum
çocuk gibi amma mızmızlandın ha! Ne bileyim ben az insan yüzü gör diye zorla
çıkarttım. Sakin ol da biraz ısınalım çıkarız" derken genç kıza doğru o dükkânın
ortasında söylenmeye devam ediyordu.
“Kapıdaki
gibi insan göreceğime hiç görmeyeyim daha iyi hala. O ne biçim bir insan. “
Halası
Ömer’in yaptığı kaşıklardan çorbalık için olanı eline alıp incelerken cevap verdi.
“Elin
garibinin sana zararı ne Esengül. Boş yere günaha giriyorsun”
“Neresi
garip yahu! Garip olan dükkanına kimin geldiğine bir bakar öyle değil mi?
Koskoca Halil ağanın ailesi gelmiş diye içeri davet eder. Ne satabilirim
derdine düşer. Bu nasıl bir garip de kılını kıpırdatmıyor. “
Şükran
hala Ömer’in halinden çok yeğeninin tavrına üzüldü. Yıllardır kendini
hapsettiği evden ötürü ne köyden ne köylüden haberi vardı. Duyguları dersen
ağabeyinin duygularıyla yarışa tutuşmuş, benzemez olan diğer yeğenine benzemeye
başlamıştı. Hisleri de tıpkı badem gözlerinin solduğu gibi bitip tükenmek
üzereydi.
İkili
kendi aralarında konuşurken nihayet Ömer, uykusunu almış olacak ki tam
karşılarında sendeleyerek durdu.
Esengül
onun bu dağınık görüntüsü karşısında ürkünce irkildi. Fakat belli etmedi.
“Evlâdım
ben şu seçtiklerimi alacağım “derken halası, fiyatını sordu.
Ömer
önce seçtiklerine baktı. Sonra da cevap vermeyerek taburesine oturup sırtını
döndü.
Esengül
gördükleri muamele karşısında daha fazla tahammül edemeyince hışımla, halasının
elinden aldığı kaşıkları tuttuğu gibi yere fırlattı.
“Aptal
mısın sen! Karşında insan var senin. Sen kimsin ki sırtını dönüyorsun bize “diye
bağırdı.
Ömer
yeniden ayağa kalktığında, mavi gözlerini kocaman açmış yerdeki kaşıklara
bakıyordu. Neredeyse yedi yaşından itibaren yaptığı bu kaşıklar bir günden bir
güne çizik dahi olmazken, kızın küçücük darbesi ile hepsinin ikiye ayrılması
onu bozguna uğrattı. Gözleri yerdeki kırık kaşıklardan kıza doğru çevrildi.
Esengül
iki eli belinde burnundan kıl aldırmazken karşısındaki Kaşıkçının kızgın mavi
gözleri gözlerini bulduğunda, içindeki titreme dışarının soğuğundan daha
keskindi.