Dosyayı adama doğru uzattım. Nezaket sahibi bir adam gibi gülümsedi ve mahcup bir şekilde dosyayı alıp masaya koydu.
“Affedersiniz sizi de beklettim. Hemen eski sahibi arayıp günlüğü soracağım.”
O anda mideme kramplar girdiğinde ellerimin titrediğini hissediyordum.
Savaş… bedenen burada olmasa da tam da şu anda onunla iletişim kurabilecektik. Ağzım kulaklarıma vardığında gözümü dört açarak adama baktım ve hevesle kafamı salladım.
“Evet, bekliyorum.”
Adam ustalara birkaç şey daha söyledi ve telefondan Savaş’ı arayıp öylece karşımda dikilmeye devam ettiğinde boğuluyordum sanki.
Titreyen ellerimi önümdeki masaya yaslayıp adamı izlemeye devam ettiğimde suratındaki tedirgin ifade dağıldı ve rahatlıkla konuştu.
“İyi günler Savaş Bey, rahatsız ettim kusura bakmayın.”
Savaş… işte tam da şu anda ahizenin karşısındaydı.
Adamın elindeki telefonu kapıp kaçmamak için kendimi zor tutuyordum.
Yüzümde burul bir tebessüm oluştu. Kaç kere aramama rağmen açmamıştı. Beni o kadar çok cevapsız bırakmıştı ki telefonunun ondan ayrıldığını bile düşün düşünmüştüm.
Dayanamaz yine de açar diye düşünüyorken o meğerse yalnızca benim çağrılarımı görmezden geliyormuş.
Donuk ifademle izlemeye devam ettim. Karşı taraftan gelen sesi dinledi ve hızla konuştu.
“Bir müşterinin rehin bıraktığı eşyasını bulamıyorum, o yüzden rahatsız etmiştim.” Susarak Savaş’ı dinledikten sonra devam etti.
“Bir günlük, altın kaplama bir günlük.”
Midem artık kıpır kıpırdı. İçeride uçuşan kelebeklerin haddi hesabı yoktu.
Alt dudağımdaki kabukları hoyratça dişlediğimde adam devam etti.
“Alı? Savaş Bey orada mısınız?” Yüzümde oluşan acı tebessümle orada öylece dikilerek devamını bekliyordum.
Evet, Savaş mesajı almıştı.
“Rüya Parlak’ın günlüğü.” Dedi adam gözlerime bakarak, teyit istemişti. Kafamı onaylar anlamda sallayınca rahat bir soluk verdi ve ahizenin karşısını dinledi.
Suratında oluşan sorgulayıcı ifadeden kafasının karıştığını anlayabiliyordum.
“Alo? Alo? Savaş Bey?”
Suratımdaki acı dolu tebessüm iyice genişledi ve soldu. Yalnızca acı kalmıştı.
“Şey, kapattı.” dedi hayretle ve bana baktı. Her şeyden haberim olduğunu bilmiyordu. Bu yüzden kendini bana karşı mahcup hissediyordu.
“Ne olacak şimdi?” Dedim donuk sesimle. Aslında bu soruyu ondan çok kendime soruyordum.
“Yarın tekrar uğramanızı rica etsem?”
Gözlerim doldu. Başımı hırsla iki yana salladım ve “günlüğümü istiyorum, hemen.” Dedim.
Adam tekrardan Savaş’ı arıyordu. Telefonu kulağına dayamasıyla kapatmadı bir olmuştu. Savaş telefonunu kapatmıştı…
“Gerçekten de ne diyeceğimi bilemiyorum. Yarın gelirseniz size yardımcı olurum.”
Alt dudağımı dişlerimin arasına alıp sıkıştırdıktan sonra dolan gözlerle ona bakmaya devam ettim ve kafamı onaylar anlamda salladım. “Yarın geldiğimde günlüğümü bulmuş olursanız sevinirim.”
Ardından bir şey söylemesine fırsat vermeden yanından çekip gittiğimde dükkandan çıkmıştım. Her adımımda içim daha da parçalanıyordu sanki…
Valizimi içeride bıraktığımı fark edince geri girip aldım ve daha da hızlanarak evime doğru yürümeye başladım.
Evet, tüm bu olanlar dün kadar gerçekti ancak bir türlü kabullenmek istemiyordum. Her geçen gün Savaş’ın beni terk ettiğine olan inancım artıyor, ardından içimde acı bir kayıp oluşuyordu. Geride kalan tomurcuklar nefesimi kesecek kadar yakıcıydı.
Ani bir şekilde modum düşüyor, mahvoluyordum.
Müstakil evimizin önüne geldiğimde kendi katıma fırsat kalmadan annemle babam beni bahçede karşıladı. Geleceğimiz zamanı bildikleri için önden hazırlık yapmışlardı.
Annem yalnız olduğumu görünce emin olmak için ardıma baktı ve heyecanla konuştu. “ee? Eymen nerede?”
Omuz silkip donuk bir sesle devam ettim. “Gitti, işi varmış.”
“Nasıl gitti ya? Daha siz çıkmadan konuşmuştuk, bize gelecekti?” Dedi sorarcasına.
En ufak bir tahammül sınırım bile kalmamıştı. Kendimi dizginleyemeden öfkeyle soludum ve “bilmiyorum! İşi varmış dedim ya!” Diye çemkirdiğimde benden ilk defa böylesine sert bir karşılık alıyordu. Öylece durup baktıktan sonra başını onaylamaz anlamda sallayınca ikisine de daha fazla bir şey söylemeden yanlarından geçip kendi katıma çıktığımda avucumun içi valizimi tuttuğum için yanıyordu.
Valizimin sapları avuç içimi keskin bir bıçak gibi kesmeye başlamıştı. Yine de umursamadım. Garip bir şekilde canımın acımasından bile zevk alır hale gelmiştim.
İçeri girdikten sonra valizimi hole bırakıp donuk ifademle odama girdiğimde güneşliklerim çekili olduğu için içerisi kap karanlıktı
O kadar çok tadım yoktu ki mutsuzluktan her an yaşam fonksiyonlarım duracak, ölecekmişim gibi hissediyordum.
Bir şeyler yapmam lazımdı. Mutluluk hormonlarımı yükseltecek, yeniden insan olduğumu hissettirecek bir şeylere tutunmam lazımdı.
Elime telefonumu aldım ve tatlı olan ne gördüysem sepete ekledim. Tuzluları da ekledim, yetmedi. Daha fazlasını istedim. İçimde öyle bir hırs ve öfke vardı ki nereye isabet ettireceğimi kestiremiyordum.
Telefonu hızla yatağa fırlattıktan sonra koşarak odamdan çıktım.
Ardından odamdan çıkıp aşağı kata indiğimde annemler yoktu.
Koşarak ilerlemeye devam ettim. Attığım her adımda yol küçülüyor, varacağım yere yaklaşıyordum.
Nefes nefese kaldığımda yemekçilerin oraya çıkmıştım. Kapüşonlumun cebinden kredi kartımı çıkartıp marketlerden birine girdim ve tatlı olarak karşıma ne çıksa çıkarttığım alışveriş sepetinin içine fırlatıyordum.
Sepet ağzına kadar dolduğunda kasaya gittim ve hepsinin geçmesini bekledim. Uzun geçen süreler bile bir çırpıda bitiyordu sanki gözlerimin önünde.
İki dolu poşeti güçlükle taşıyıp çıktıktan sonra Savaş’ın eskiden çalıştığı yere gidip en büyük menüyü söylediğimde etrafta Selim’i göremiyordum.
İkisi de olmasa da burası bana ilk başka kendimi az da olsa iyi hissettirmiş, ardından buruk hissetmeme sebep olmuştu.
Yemeklerim hazır olduktan sonra onları da aldım ve ellerim dolu bir şekilde eve doğru gitmeye başladım.
Adımlarım hareket ediyordu, ben ilerliyordum ancak görüş açım sürekli buğulaşıyordu. Sanki buradaydım ama değildim.
Zihnimde çok fazla kaybolmuştum, derinlerdeydim.
Hayata karışamıyor, çimenlerin yeşillerini göremiyor, çiçeklerinin kokusunu alamıyordum. Yanağımdan geçip saçlarıma dalan rüzgarı hissedemiyordum.
Merdivenlerimden çıkıp paketlerimi yere koyduktan sonra kapımı açıp içeri girdiğimde artık dışarısı da karanlık dünyamdan farksızdı benim için.
En ufak bir umuda tutunup yaşamaya çalıştıkça avuçlarım hayata bağladığım halattan kayıyor, omuzlarıma düşen olumsuzluklarla beraber aşağı doğru sıyrılıyordum.
Ben artık olumsuzluklara uyanmak istemiyordum. Yorulmuştum. Çok yorulmuştum…
Gözlerim tekrardan kara bulutlarla sislendiğinde odama girdim ve aldıklarımı halımın üzerine attıtkan sonra vahşi bir hayvan edasıyla yere oturup paketleri parçalamaya başladım. Önce tatlı tuzlu ayrımı yapmadan elime ne gelirce açıyor, ambalajından sıyırarak çiğneyip delicesine yiyordum.
Elimi yüzümü bulaştırarak yemek yemeğe devam ettiğimde az önceki vişneli kekin üzerine bir hamburger ısırmaya başlamıştım.
İlk başta yemeklerin lezzeti beni oyalar gibi olsa da hastalıklı gibi yemekten midem bulanmıştı. Kendimi zehirlemeye çalışıyordum.
Mide öz suyum ağzıma kadar gelir gibi oldu. Öksürererek onu bastırdıktan sonra hamburgeri bırakıp poşete elimi attım. Bir cips poşeti geldi. Açıp içerisinden avuç avuç alıp ağzıma soktuğumda parmaklarımın arasından kayan taneler halıma karışıyordu.
Artık tam anlamıyla midem bulunuyordu. Genzime kadar yükselen artıkları defalarca kez yutkunarak bastırdım ve az önceki hamburgeri yemeğe devam ettim.
Öğürerek, kendime zarar vererek ve zorlayarak bu kısır döngüyü sürdürdüğümde birsen gözlerim karardı. Parmak uçlarım karıncalandığında avuçlarımın arasında sıkıca tuttuğum paket kayıp halıya düştüğünde kulaklarım çınlıyordu.
Duyduğum uğultular her seferinde daha da yakından geliyorken bakışlarım karardı.
Dişlerimi birbirine bastırıp dayanmaya, güçlü kalmaya gayret gösterdim. Kafam sürekli geriye doğru düşüyor, boynumun etrafında kendi ekseniyle beraber dönüyordu. Kulaklarımdaki yankılanma arttı, arttı ve arttı.
Yemek bulaşan ellerimi dizlerimin üzerine tutup dayanmaya çalıştım. Düşmemek için üstün bir gayret gösteriyordum.
Tam kendimi toparladığım anda boş bakışlarım karşımdaki beyaz duvarı buldu. Kafamı güçlükle kaldırdım. Artık kulaklarımda çalan o çan kesilmişti ancak sağır olmuştum sanki. Hiçbir şeyi duyamıyordum.
Bir iki saniye boyunca oraya suratımdaki boş ifadeyle beraber baktım ve en sonunda kendime engel olamadan bedenimin geriye doğru son sürat düşmesine izin verdim.
Bilincim giderek kapanıyordu. Artık her yer karanlıktı. Tamamen karanlıkta kalmıştım.
Yer yer emekliyor, yer yer de sürünerek ilerlemeye çalışıyordum. Zihnimin içerisinde sıkışıp kalan Rüya acılıydı, ağrılıydı, yapayalnızdı.
“Savaş!” Sesimi ben dahi zor duyuyordum. Birden bedenimde toplanan güçle karanlığın içerisinde doğrulup ayağa kalktım. Genzimdeki baskın kuruluk yerini belli ediyordu. Belki de hissettiğim tek duyu o kurukluktu. Öylesine baskındı ki çölde günlerce susuz kalmış gibi hissediyordum kendimi. Bir çeşme bulsam ağzımı dayayacak, kana kana içecektim saatlerce.
“Savaş!” Yürümeyi yeni öğrenen bebekler gibi yalpalayarak ilerliyordum. Her yer siyah camlarla kaplıydı. Bir süre sonra kuru kuru öksürmeye başladım. Sağ elimi yumruk yapıp dudaklarımın önünü örterek öksürüğümü hapsettiğimde o an yukarıdan gelen ayın yansımasında avucumun içerisine ağzımdan akan koyu kan parladı.
Hayretle ağzımdan çıkan minik kana baktım. Gözlerim büyülenmişçesine öylece daldığında umursamamaya çalıştım.
İri gözlerimi kaldırıp birkaç adım daha attım ve seslendim. “Savaş!” Onu bulmakta kararlıydım ancak hiçbir yerde yoktu. Siyah bulutların arasından sıyrılan ay yalnızca beni aydınlatıyordu.
“Savaş!” Boğazım iyice kaşındı ve kurudu. Deli gibi öksürmeye başladım. Az önceki kadar hafif değildi. Öksürdükçe boğazım daha çok tahriş oluyor ve kaşınıyordu.
İki elimi de ağzıma kapattım. Dudaklarımın arasından sıyrılan oluk oluk kanlar yumruklarımın üzerinden sıyrılıp kahverengi çoraplarıma kadar akıyordu.
Ablak bir ifadeyle suratımı hayretle kaldırdım ve o anda tam karşımda oluşan siyah, boydan aynayı gördüm.
Gri dar eşofmanımdan bacaklarımın kürdanı anımsatacak kadar ince olduğunu görebiliyordum. Ardından bakışlarım yavaşça yukarı doğru sıyrıldı ve ince, ekru ip askılımdan taşan göğüs kafesimde kaldı. Hayal dahi edemeyeceğim kadar zayıftım. Kemiklerimi en ince ayrıntısına kadar sayabilirdim.
Ardından bedenimi yoğunca kaplayan kanlara hayretle bakmaya devam ettim.
Sürekli ağzımdan oluk oluk kanlar akıyor, çoraplarımı koyu kanlara boğuyordu. Kuru öksürükleri boğazımı yıpratarak çıkartmaya devam ediyorken iki elim de göğsümü bulmuştu.
Çaresiz bakışlarla etrafa bakıyor, bir yardım eli arıyordum.
Birden o karanlık alan daraldı, daraldı ve içerisine yaklaşık beş kişilik yemek masasının sığacağı bir alan oldu.
Yerde biriken kanlar dizlerime kadar geldiğinde birkaç adım atarak ileride beliren koyu, yüksek kapıya doğru yrümeye başladım.
Az önce ufaklığından emin olduğum oda giderek büyüyor, aynı hızla biriken kanları da yükseltiyordu. Kanlar artık belime kadar geldiğinde duvara vardım. Elimi uzatıp parmak uçlarıma kadar yükseldim ve kapının kulpunu tutmaya çalıştım.
biraz zorladım ve kapı açıldı. Üzerime delicesine bir yağmur yağmaya başladığında yukarı doğru kaldırdığım suratımı hızla eğdim ve tek gözümü kapattım.
Kanlar artık göğsümün altına kadar gelmişti. İçerisinde boğulmam an meselesiydi. Giderek zayıflıyordum, etim kemiğime değdiği an suratımı güçlükle kaldırdım ve tam da orada Savaş'ın bedenini gördüm.
Heyecanla ona baktığımda soluk ve güçsüz bedenime rağmen kendimi mutlu hissediyordum.
İki elimi de havaya doğru kaldırdım ve ona uzattım. İçeriye yağan yağmur sayesinde saçlarım sırılsıklam olmuştu.
Bir yandan da ağzımdan çıkmaya devam eden kanlar yüzünden boğulmaya devam ediyordum.
Ben boğuldukça bulunduğum oda da aşağı kata inen bir asansör gibi aşağı doğru düşüyordu.
"Savaş! Savaş yardım et."
Suratında masum bir tebessüm oluştu. Emir almış gibi dizlerinin üzerine doğru çöktü ve elini bana uzattı. Ağzım kulaklarıma varacak şekilde gülümsediğimde kanlı dişlerim ortaya çıkmıştı. O anda yağan yağmurda kanlı bir hal aldığında her yerim kan olmuştu.
Elini sıkıca tuttuğumda beni kendine doğru çekti.
Haftalar sonrasında güzel yüzünü yakından gördüğüm için içim içime sığmıyordu. Böyle bir anda bile midemde kelebekler uçuruyordu.
Heyecanla kalbim tek avuca sığmış, sıkılıyordu sanki. Güçlükle bulduğum sesimle konuştum. "Savaş..." Kuvvetli kollarıyla beni kendine doğru yükselttiğinde bedenim bir poşet gibi havalandı ve onun olduğu kata doğru yükseldi. Birden midem ağzıma geldiğinde küçük ayaklarım ayakkabısının üzerine basıyordu.
İrice açılan bakışlarım iki gözüne de aşkla baktı. "Gelip bana yardım edeceğini biliyordum"
İçimi acıtacak derecede güzel gülümsedi, gülümsedim.
Göğüslerimizin arasında sıkıca kavuşturduğumuz avuçlarımızla birbirimize bağlanmıştık. Her şey saniyeler içerisinde gerçekleşirken yukarıdan kanla akan yağmur şiddetini arttırmıştı.
Ağzımdan akan öksürükler dinse de kanlı yağmur sayesinde aşağısı dolmaya devam ediyordu.
Avuçlarımdaki eller birden kaydığında bedenimi hızla geriye doğru kayarken buldum.
Midem korkudan ağzıma kadar gelmişken o kısacık anı sanki saatlerce yaşamaya başlamıştım.
Dudaklarım hayretle aralandığında duran kan akmaya devam ediyorken suratı iyice düz bir hal aldı ve bana öfke dolu umursamazlıkla baktı.
Bedenim bir yay şeklini almışken iyice geriye doğru savruldum ve kan dolu havuzun içerisine düştüğüm de duyun derinliği beni en az beşe katlamıştı.
En derine doğru savruldu bedenim, ardından güçlükle yüzeye doğru çıktığımda asansördeymiş gibi yükselmeye başladı.
Hızla artan su sayesinde bende onunla beraber yükseliyordum ancak onun kadar hızlı olamadığım için bana fark atmaya başlamıştı.
"Savaş! Savaş yardım et!"
İnce bedenim tekrardan suyun dibine battığında içerisi o kadar çok berrak bir kırmızıydı ki kendi yansımamı görebiliyordum.
Çırpınarak ayaklarımı hareket ettirmeye, yüzeye çıkmaya çalıştım. Her seferinde bedenimin enerjisi daha çok azalıyor, kemiklerim iyice iç içe geçmeye başlıyordu.
Kendimi güçlükle de olsa tekrardan yüzeyde bulduğumda ağzıma giren kanları yanlışlıkla yutarak bağırdım. "Savaş! Savaş yardım et boğuluyorum! Savaş!" Sona doğru tekrar dibe battığımda ağzıma haznemden de fazla su kaçtığında bedenim zıt kutuplu bir mıknatıs gibi hızla aşağı doğru savruldu ve odanın tabanını bulduğunda artık yüzeye çıkamayacağıma adımdan da fazla emindim.
Su giderek saydam bir kırmızıyı aldığında en tepeye kadar net görmeye başladım.
Savaş artık benden tamamen uzaklaşmıştı.
Yumruklarımı sıkarak yere bastırdım ve kalçamı kaldırarak kendimi yüzeye çıkartmaya çalıştığımda insan üzeri bir çaba sarf ediyordum.
Sanki birisi elimi kolumu bağlamıştı ve ben de tüm bu zorluklara rağmen hareket etmeye çalışarak kendi kendime boğuşuyordum.
Bacaklarımı ve sırtımı bir balık gibi oynatarak kulaçlar attım ve yükselmeye çalıştım ancak birden tuttuğum nefes bana yetmedi.