3. BÖLÜM
Kurtarıcısının yüzünü gördüğünde onu tanımış olmasının verdiği şaşkınlık yerini kızgınlığa bıraktığında hızla bir adım gerileyerek:
“Artık bu kadarı fazla siz beni takip mi ediyorsunuz?” dedi.
“Ben yıllardır bu şirkette çalışıyorum asıl sen mi beni takip ediyorsun?”
Esila “Neyse sizinle uğraşamayacağım, yapılacak işlerim var benim.” diyerek gözlerini devirdi. Bir an önce yanından uzaklaşmak istiyordu.
“Bu kılıkta mı?”
“Sizi ilgilendirmez!”
“Bu inşaattan ben sorumluyum.”
“Kırk yılın ustası inşaat sorumlusu olmuş!”
“Beğenemedin mi?”
“Beğendim neden beğenmeyim hep hayal etmişimdir ben de bir gün inşaatta sorumlu olayım diye.” dedi ve içeri doğru yöneldi.
“Nenem burada olsa “Elume çifte kürek, karuşturdum furuni, çok açma ağuzuni, kırarum muncuruni.” derdi.” diye, arkasından seslendi.
Bu iki olmuştu ve Esila bu çatlak neneyi cidden merak etmeye başlamıştı, eğer onu görürse mutlaka ‘Nene sen neyin kafasını yaşıyorsun?’ diyecekti.
İnşaat alanına girdiğinde karşısına çıkan ilk kişiyi durdurarak:
“Merhaba ben iç tasarım için gelmiştim, bitmiş olan bölüme nereden gidebilirim?” diye sordu. Adam yüzüne baktı ve hiç beklemediği o yanıtı verdi.
“Canin nereden citmek isteyısa gidebilursun.” dedi ve işini yapmaya devam etti.
“Bu adamlar resmen delirmiş, şirketin sahibi dahil hepsi adlarına layık şekilde çarpıyorlar adamı.” diye, söylenirken ne taraftan gideceğini düşünüyordu.
“Gel benimle!” sesini duyduğunda, başını hafifçe o yöne çevirdi ve önünden yürümeye başlayan adamı sessizce takip etmeye başladı. Gayri ciddi olan tüm tavırlarını bir kenara bırakıp binayı odak alarak konuşmaya başladığında alt kattaydılar.
“İşe bu kattan başlayacaksın! Burasının tasarısı en geç bir hafta içinde bitmeli ve bir yandan dekorların giydirilmesi lazım, diğer dört katın tasarısı ve dekoru da aynı şekilde işleyecek ve bu iş bir buçuk ay içerisinde bitecek! Binaların inşaatı yarılandı tamamı bir buçuk aya kadar bitecek onların tasarımına da buradaki çalışmaların bittikten sonra başlayacaksın!”
“Peki.” dedi ve not defterini çıkarttı. Adamın konuya hâkim olduğunu düşünerek terslenip olay çıkartmak istemedi. Adamdan emir almak hiç hoşuna gitmese de mecbur sessiz kaldı.
Alışveriş merkezi olduğu için içeride dolaşan insanların gezerken daralmaması gereken bir ortam olmalı, diye düşünerek ilk önce ışıklandırmaları hesapladı ardından ünlü markaların mağazalarına göz gezdirdi. Anlaşma yapılan tüm markalar kendi dekorlarını mağazalara yapmışlardı ve bazıları hâlâ yarımdı. O kısmın kendisini ilgilendirmediğini düşünerek tekrar işine odaklandı. Kaç adet spot alınacağını yazarak bir fizibilite çıkarttıktan sonra ışıkların yansıması için zihninin bir köşesine uyumlu kalebodur attı, özellikle onları alacaktı. Tüm alanı gezerek inceleyip ardından yukarıda gördüğü Nivoyu almak için yukarı çıktı.
Arka bölümde makinelerle inşaat çalışmaları devam ediyordu ve çalışanlar orayı koordine ediyordu, onların olduğu binada ise çalışanlar kendi hâllerinde bir grup oluşturmuştu. Bir kısım çalışmaya devam ederken bir kısımda oturup çay içiyordu. Çay içenlerin arka tarafına nivoyu almaya geçtiğinde içlerinden biri Esila'ya seslenerek:
“Abulam celde bi çay iç.” dedi tüm samimiyetiyle, tam gülümseyerek olur diyecekti ki yine bir az engeline takıldı.
Adam “İncileri dökülür şimdi onun boş ver İdris.” dediğinde Esila ona tam yakışacak bir lakap bulmuştu.
Lazkopat…
“Tabii! Şekersiz bir çayınızı içerim.” diyerek, çömeldikleri yere doğru gitti, iki tane tuğla alarak üst üste koyduktan sonra ceketini çıkartıp otururken ceketi bacaklarına örttü.
“Buyur abula.” diyerek çayı uzattı sabah gideceği yeri sorduğu adam.
“Teşekkür ederim, ayrıca incilerim dökülmez ben seraların içinde toprağa yakın büyüdüm.” Vermiş olduğu cevabın yerine ulaştığına emindi ama karşılığında hiçbir cevap alamadı. Bir cevap yerine anlamını çözemediği bir ifade ile gözlerine bakmıştı.
Esila çay içerken diğerleri kendi aralarında sohbet ediyorlardı, en son adı İdris olan Esila'ya bakarak:
“De bakayum adun nedur?” diye sordu.
“Esila.”
“Ben İdrus, ha bu Alidur, ha bu da emicemin oğli Hasan, ha,” derken, İdris lafını tamamlayamadan Lazkopat sözünü kesti ve “Zamanla tanışırsınız şimdi herkes işinin başına!” diyerek ayağa kalktı.
Esila da sakince kalkarak Nivoyu aldı ve aşağıya doğru yürümeye başladı, biraz ağırdı ve taşımakta zorlanıyordu.
“Bu lanet topuklarım yüzünden yuvarlanmazsam bir mucize olacak!” diye, söylenirken Nivoyu kenara koymak için tekrar yukarı adım atıp, ayakkabılarını çıkartacakken bu işin böyle olmayacağını düşünüyordu. Ayakkabılarını çıkartmak için eğildiğinde onun değimiyle Lazkopat başında belirdi, ters ters yüzüne baktı ve Nivoyu eline alıp hiçbir şey demeden aşağıya indi, Esila yavaşça ardından gidip karşısına dikildiğinde keskin iki bakış birbirini buldu.
“Zahmet oldu.” dedi ama sesinde kibarlıktan eser yoktu.
“Evet zahmet oldu.”
“Madem öyle zahmet etmeseydiniz!”
Adam gayet ciddi “Yine başladın konuşmaya, az laf çok iş!” dedi ve aynı kat içerisinde ileri doğru yürümeye başladı.
Esila ise merceği gözüne alarak ölçüm yapmaya başladı, ne kadar malzeme alınacağının hesabını yapmasına yarıyordu bu işlem. Ortalama beş saat ölçüm yaptıktan sonra deli gibi yorulduğunu hissediyordu. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı ve saatlerdir yemek yememişti, midesindeki sızlanma bunun sinyalini vermeye çoktan başlamıştı.
Tekrar yukarı çıktığında herkes yavaş yavaş toparlanıyordu. ‘Bizim Karadeniz uşaklarının yanına gideyim.’ diyen iç sesine, ayakları eşlik ederek onların yanına doğru yumuşak adımlar attı. Onları kendine çok yakın bulduğundan yanlarına uğramak istemişti.
“Hayırlı akşamlar.”
Hepsi bir ağızdan sanki anlaşmışlar gibi “Sağa da hayurlu akşamlar.” dediler, o ara saatlerdir ortalarda görünmeyen sinir bozucu adam karşısında belirdi, her ne kadar nefret etse de onunla konuşmak zorundaydı, adamlar yavaş yavaş giderlerken “Konuşabilir miyiz?” diyerek kenara çekildi.
“Konuşalım tabii seni dinliyorum.” dedi ve yanına yaklaştı. O kadar yakın duruyordu ki bu duruş bir anlık da olsa rahatsız etmişti Esila’yı.
Esila “Ben ölçümleri çıkarttım.” diyerek sayfalarca not aldığı kağıtları gösterdi.
“Şu an bununla ilgilenemeyeceğim maalesef çok açım, yemek yemem lazım ben açken odaklanamam!”
Esila bir anda ciddileşerek “Ama bir an önce bitirmem gerektiğini sabah siz söylediniz!” dedi. Kesin bir uyarının isteğini yaptırma konusunda etkili olacağını düşünüyordu. Buna karşılık aldığı cevapsa pişkin pişkin “Evet ben söyledim, yapman gereken bu herkes üzerine düşeni yapıyor.” demesiydi.
“Tamam şu yakınlarda bildiğim bir restoran var oraya gidelim ben de açım şu meseleyi bu akşam halledelim, yarına malzemelerin siparişleri verilsin istiyorum.”
“Beni yemeğe davet etmek için fırsat kolladığından haberim yoktu.”
“Sen kendini ne sanıyorsun acaba? Şam'da prens filan mı?”
“Dümdüz bir adamım ben!”
Esila’nın “Onu anladık.” demesiyle adam çıkışa doğru yürümeye başladı. Arkasından bir müddet baka kalan Esila "Hadi yürü, tabi eğer burada kalmayacaksan." demesiyle dumur olduğu vaziyetten çıkarak peşine takıldı.
Yol tarafına geçtiklerinde “Taksi filan tutmayalım iki adımlık yer buraya gideceğimiz yer, akşam trafiği yoğun iki saatte gidemeyiz.” diyerek vereceği cevabı bekleyen Esila'nın sabrı tükenmek üzereydi.
“Tamam, göster o zaman yolu!”
Esila “Bu taraftan.” dedi ve birlikte konuşmadan yürümeye başladılar.
Üzerine giydiği turuncu tulumu artık yoktu, Trabzon'da gördüğü salaş hâli vardı, kot pantolon ve bir tişört, kendinden emin tavırları üzerine biçilmiş kaftan gibi duruyordu ve bu yürüyüşüne bile yansıyordu. Giysilerinin kaliteli mi yoksa iyi markaların bire bir çakması mi karar veremedi.
Geldikleri Veliaht Et Lokantasıydı, evde yemek yapmaya fırsatı olmadığı zamanlarda, Esila’nın çoğu kez buraya geldiği olmuştu. Başakşehir'de yaşayan biri olarak buraya gelmemenin mümkün olmayacağını düşünüyordu, çünkü çok lezzetli menüye sahip bir restorandı.
İçeri geçtiklerinde baştan sona mekânı inceleyen adama bakarak, daha önce bu tarz bir yere ilk kez geldiğini düşünüyordu. Kafasını dağıtmak istercesine:
“Balık yok ama idare edeceksin!” dedi.
Adam hâlinden memnun bir şekilde “Açken ne verilse yerim.” dedi ve masanın başında dikilmeye başladı, Esila'nın oturmasıyla otururken Esila ‘Ben oturmadığım için oturmayacak kadar düşünceli olabilir mi? Tabi ki hayır! Asla öyle bir düşüncede olamaz.’ diye düşünerek kafasında sorduğu sorulara kendi cevap verdi.
Esila masanın üzerine çantasını bıraktıktan sonra, yanlarına gelen garson, kahve rengi sipariş kitapçığını masaya koydu. Esila menüye dokunmadan:
“Ben sizin özel karışık kebabınızdan alayım.”
“Siz beyefendi?”
“Ben de spesiyal alayım.”
“Peki efendim afiyet olsun.” diyerek garson yanlarından uzaklaştı, Esila ise içinden ‘Vay be bizim Lazkopat’a da bak sen isteyince nasıl da kibar oluyor böyle!’ diye geçirdi.
Esila lavaboya gidip geldikten sonra rahat bir şekilde yiyebilmek için kalktı. O kaba adam usulca kalkmasına eşlik edercesine oturduğu masada doğruldu ve bu Esila'nın tedirgin olmasına sebep olmuştu.
Müsaade istercesine “Ben bir lavaboya gidip geleyim.” dedi.
Adam “E, git daa zorla mı tutayirum seni?” diyerek iki dakika önceki beyefendiliğini yerin dibine sokmuştu.
Esila “İzin istemedim zaten.” diyerek zoraki bir gülümseme gönderdi yüzüne, mecbur katlanacaktı yapacak başka bir şeyi yoktu.
Tekrar masaya döndüğünde servis açılmıştı, Esila adamın görüş alanına girdiğinde hafif doğruldu ardından Esila'nın yüzünü incelemeye başladı. Kendisine her böyle baktığında gıcık edecek bir şey mutlaka söylüyordu bu yüzden Esila onu ciddiye almadı ve gözlerini kaçırdı.
“Evet artık sorularımı cevaplayabilirsiniz sanırım.”
“Daha yemek yemedim.”
“Of zıkkımın kökünü ye tamam mı?”
“Tabii yerim benim için sıkıntı yok, yeter ki yiyecek bir şey olsun. Ne kaba bir kızsın sen. Sokak ağızı hiç yakışıyor mu?”
‘Lanet şey daha doğru dürüst tanımıyor beni ama kırk yıllık tanıyormuş gibi muamele ediyor!’ diye düşünürken içinden geçeni okumuşçasına “Daha tanışmadık ben...” derken telefonu çaldı. Kısa ve gizemli bir konuşma yaptıktan sonra tekrar dikkatini masaya verdi ve ardından garson yemekleri getirdi. O dakikadan sonra dünya ile iletişimi kesilmiş gibi yemeğine odaklandı. Bir müddet yedikten sonra beynine oksijen gitmiş olacaktı ki konuşmaya başladı.
“Tüm dekorasyonun ihaleleri yapıldı, ben yarın firmaların isimlerini sana ulaştırırım o doğrultuda siparişleri girebilirsin.”
“Bu mu yani?”
“Evet daha ne olacaktı.”
“Bunu bana inşatta da söyleyebilirdin biliyorsun değil mi?”
“Ben bir şey demedim sen yemekte söylersin dedin!”
“Allah’ın cezası bunun hesabını vereceksin.”
“Veremeyeceğimiz hesap yoktur bizim.”
Esila sinirle “Sadece sus!” dedi ve bir iki parça daha bir şey yiyerek tabağını ileri ittirdi. O da bitirdiğinde garsona işaret ederek hesabı istedi. Garson hesabı kutu içerisine bırakıp gittiğinde, yüzünün şekli değişti. Elini cebine sokup çıkarttı, Esila üzerinde yeteri kadar para olmadığı için ödeme yapamadığını düşünürken onu buraya getirdiği için kendine bir yığın laf sayıyordu.
Hızla kutuyu önüne alıp fişe baktı, dokuz yüz lira yazıyordu, bin lira koydu ve doğruldu ardından kalktılar, o dakikadan sonra Esila konuşmamayı tercih etti. Amacı onu utandırmak istememesiydi. Aşağı indiklerinde evinin yakınlarda olduğunu söyleyerek ayrıldı ve evin yolunu tuttu.
...
Rüzgar arabayı nasıl kullandığını kırmızı ışığı fark edip ani frenle durduğunda anladı, dikkatini yola verdiğinde ilk iş olarak Serhat'ı aradı. Sesi kolonlara otomatik bağlanırken telefonun açılmasını sabırsızlıkla bekledi. Serhat açtığında ışık yandığından yavaşça gaza bastı ve bir yandan konuşmaya başladı.
“Neredesin?”
“Evdeyim!”
Rüzgar “Tamam geliyorum.” dedi ve cevap vermesini beklemeden kapadı telefonu.
Güvenlik geldiğini görünce sürgülü kapının tuşuna bastı ve bahçe kapısı açıldı. Arabayı içeri alarak evin kapısına kadar sürdü, ardından hızla arabadan inip kapıya giderek alacaklı gibi zile basmaya başladı.
Serhat kapıyı “Yine adına yakışır bir şekilde estiriyorsun Rüzgar!” diyerek, açtı. Rüzgar direkt içeri girdi ve salonun ortasına koyuldu.
“Başıma gelebilecek en berbat şey geldi.”
“Bak sen! Ne oldu?”
“Dalga geçme fena olacak!”
“Tamam anlat.”
“Varlık içinde yokluk ne demek biliyor musun?”
Serhat “Hayır hiç yaşamadım,” dedi ve şaşkın ifade ile gözlerine baktı.
“Ben biliyorum!”
“Söyle ben de bileyim.” dediğinde cebinden ortalama altı, yedi bin doları çıkartıp masaya vurarak koydu.
“Cebimdeki parayı görüyor musun?”
“Evet, her zaman dolar olur cebinde hatta bazen daha fazla.”
“İşte, varlık içinde yokluk da bu oluyor, cebimde bu kadar para varken dokuz yüz liralık hesabı ödeyemedim! Kartlığı da arabada unutmuşum.”