Mavi Yılmaz
Hayat bana hep çok acımasız davrandı. Baştan ofsayt başlamışım zaten: annesiz, babasız, kimsesiz.
Yetimhane zamanlarımızın hiç iyi geçtiğini söyleyemem. Eğer bu hayatta kimseniz yoksa hep ezilen taraf olursunuz. Sayılmazsın, sevilmezsin. İnsanlar tarafından hor görülür, dışlanırsın. Kaçıp sığınacak hiçbir limanın olmaz. Bir liman ararsın; kendine bulduğun ilk limana tekneyi yanaştırırsan benim gibi bomboş bir hayatın olur.
Aslında en önemlisi savaşmak: Ne olursa olsun dik duruşundan bir adım geri atmamak. En önemlisi bu; kimseye eğilip bükülmemek. Kimsenin kimseden bir üstünlüğü yok çünkü.
Ben de onu yaptım: savaştım. Kimsesizliğimi kimsesiz biriyle paylaştım. Kumru can yoldaşım oldu her zaman. Birbirimizi düştüğümüz yerden kaldırmak için canımız pahasına bu rezil dünyada savaştık.
Hâlâ daha savaşıyoruz. Son nefesimize kadar da savaşmaya devam edeceğiz. Hayat insana hayatta kalmayı böyle öğretiyor. Kırmadan, dökmeden hayatını kazanamayan insanlar var; ben de onlardan biriyim.
Hayatta çok yanlış yaptım. Yeri geldi, hiç düşünmeden insanları kırıp incittim. Bunu yapmak zorundaydım. Dediğim gibi; kimseniz yoksa üzerinize basıp geçmeye çalışan insansı varlıklar dolaşır etrafınızda. Bu sebeple gardımı kimseye karşı indirmedim.
Beni saf ve ruhen çıplak gören iki kişi oldu hayatımda. “Çıplaklık”tan kastım ruhani bir çıplaklık. Kumru ve ismini anmak bile istemediğim o canavar. Şimdi ise Afran’a karşı bu gardım düşmeye başlıyor ve ben bundan hiç memnun değilim.
Bugün bahçede olanları kolay kolay affedebilecek biri değilim; ama onun bana bakışları yetiyordu. Gerçi benim ondan sakladıklarım, onun yaptığının yanında sinek vızıldaması sayılır. Bu doğru değildi ve bunun vicdan azabıyla yanıyordum.
Şimdi aramızdaki bağ daha netleşmemişken ailesiyle tanışacaktım. Fikrim sorulsaydı, netleşmiş olsak bile bunu kabul etmezdim. Edemezdim.
Bir gün benim hayatımı öğrenirse, bu ilişkiye ne kadar devam edebilirdim? Ya da onu ne kadar kandırabilirdim? Er ya da geç buradan çıkmak zorunda kalacaktım yine ve yine. Başka şehirlerde yeni yaşamlar kuracaktım. Ona bağlanırsam —ki en büyük korkum da bu— nasıl gidecektim? Ya da o şerefsiz buraya gelip beni bulursa ona ne diyecektim?
Koca bir hayal kırıklığı. Koca bir yıkım. Başkası olsa belki umurumda bile olmazdı, ama içimdeki bu hareketlilik farklıydı. Ona karşı farklı duygular besliyordum.
Kendimden utanıyordum! O kadar şeyden sonra nasıl birini sevebilirsin diyordum. O kadar şey yaşadın, akıllanmadın mı? Salak mısın Zeynep, kendine gel diyordu mantığım.
Ama kalbim “Anın tadını yaşa Zeynep, geleceği düşünme, şimdiyi yaşa” diyordu. Hangisini dinleyeceğimi bilemiyor, muallakta kalıyordum. Kumru ise benim aksime, “Her şey bitti, rahat ol,” diyordu; sanki Afran gibi neler yaşadığımı, hangi yollardan geçtiğimi ve içinde olduğum durumu bilmiyormuş gibiydi.
Uyku nedir unuttum ben; yıllar boyunca rüya görmemek için günlerce uykusuz dolaştım. Ama o lanet kabuslar hiç yakamı bırakmadı.
Her an, o dağ evinde iki sene boyunca yaşadığım her an, her şiddet, hepsi an be an hafızamın bir köşesinde kendini gösteriyordu.
Ben su içtiği, nefes aldığı, konuştuğu, televizyon izlediği ve evde giyinik dolaştığım için defalarca şiddet gördüm. Kimseyle iletişimim olmadığı halde her gün gelen kıskançlık krizlerinden defalarca hastanelik oldum.
Ben Zeynep Mavi Yılmaz: Hayatı elinden çalınan bir başka kadın. And içtim şerefim ve onurum üzerine o günden sonra hiçbir erkeğe ne boyun eğecektim ne de emri altına girecektim. Savaşacaktım; bu yaşıma kadar yaptığım en iyi şeyi yapıp savaşacaktım.
Kaçtım belki ondan; şu sözü vererek kaçtım: “Bir gün senin karşına tekrar çıkacağım ama bambaşka bir Zeynep olarak! Sen beni nasıl ezdiysen, Allah şahidim olsun, ben de seni bir böcek gibi ezeceğim!”
Her sabah bu sözlerle güne başlarken, başka birine nasıl umut verebilirdim? Hayatımda devamlılık olmayacakken nasıl?
Ondan uzaklaşmak zorundaydım ama bunu yapamıyordum. Mantığım ondan uzak durmamı söylerdi; ama kalbim onun yanında bambaşka atıyordu, buna mani olamıyordum. Ondan uzak duramıyordum.
Her zamanki gibi yine çıkmaz bir yola girmiştim ve benim yüzümden yine acı çeken insanlar olacaktı.
Kumru’nun sesiyle darmadağın olan ruhum toparlandı: “Telefonun çalıyor, saatlerdir!” diye yakınarak odaya girmiş, üzerimi süzdükten sonra “Neyin var?” diye sormuştu.
“Ben gidemem, Kumru,” deyince hızla yanıma gelip sımsıkı sarıldı.
“Bana söz verdin Zeynep! Bundan sonra sen de yaşayacaksın. Bunu en çok sen hak ediyorsun.”
Omuzlarından onu itekleyip, “Peki, o bunları hak ediyor mu? Bir gün hayatından sebepsiz yere gideceğim, bunu biliyorsun, Kumru!” dedim.
“Belki de her şey düzelir, özgürlüğüne kavuşursun; umutsuzluğa düşme,” derken bile gözlerinde zerre gram umut yoktu.
“Sanki bilmiyorsun,” diye arkamı döndüm; oysa hızla kolumdan tutup kendine çevirdi. “Kes artık! Ne olduysa oldu! Her şey geçti, bitti, tamam mı? Artık bırak onu düşünmeyi. O seni bıraktı ama sen onu hâlâ bırakamıyorsun. Biraz daha zaman geçsin, özgür olacaksın — güven bana.”
Eğer şimdi şom ağzımı açıp, “Hayır Kumru, benim ona verilmiş bir sözüm var; onun hayatını sikmeden bana rahat yüzü yok! Öleceğimi dahi bilsem onun hayatını mahvedeceğim!” desem, ondan önce Kumru beni öldürürdü herhalde.
Tekrar aynı şeyleri yaşamamdan benim kadar o da korkuyor. Karşıma tekrar çıkarsa, benden önce kendini ortaya atacak bir arkadaş Kumru. O yüzden zaten bir gün gelecek, hem onu hem de hayatıma giren Malkoçoğlu’nu terk edecektim.
Gerçekler buydu. Ben buydum.
"Tamam Kumru, dediğin gibi olsun."
"Öyle olacak zaten, hadi bir an önce hazırlan çıkıp gidelim," diyerek kapıya ilerlemişti ki durup arkasında kalan bana çevirdi kahvelerini. "Haa, şu telefonuna da bak!"
Telefonu elime alıp kimin aradığına bakmamla tekrar çalmaya başlamıştı.
Afran arıyor...
Telefonu sessize alıp yatağımın üzerine fırlattıktan sonra banyoya ilerledim. Şu an onunla konuşacak durumda değildim. Ya da konuşacak yüzüm yoktu.
Hızla ılık bir duş aldıktan sonra tüm vücuduma gül kokulu nemlendiricimi sürüp odama geçtim. Üzerime, dizlerimin altında siyah renginde, kalın askıları olan volanlı elbisemi çıkarıp yatağımın üzerine fırlattıktan sonra aynanın karşısına geçtim.
Kendinden dümdüz olan saçlarımı kuruladıktan sonra önüme düşen birkaç tutam saçı tel tokayla arkamdan tutturdum ve makyajıma başladım. Çok makyaj yapan bir insan değildim ama özel günlerde makyajıma özenirdim. Ona da özenmek denirse.
Göz kapaklarıma uyguladığım belli belirsiz farın üzerine incecik bir eyeliner çektim. Uzun kirpiklerimi kıvırıp rimel sürdüm. Yüzüme fondöten sürmemiştim, asla da sürmezdim. Dudaklarıma hafif renk vermesi için çilek renginde rujumu sürdükten sonra yatağın üzerine attığım elbisemi üzerime geçirdim. Ayaklarıma siyah, kalın ve kısa topuklu ayakkabılarımı giydim, saçlarımı açık bıraktım. Parfümümü sıkıp aynadan ayrılacağım sırada tekrar telefonum çalmaya başladı.
Afran arıyor...
Derin bir nefes aldıktan sonra telefonu cevaplayıp kulağıma yerleştirdim.
"Efendim..."
"Güzelim, kapının önündeyim."
"Hiç gerek yoktu, neden zahmet ettin? Biz gelirdik," derken sesim zor çıkıyordu. Aslında onunla konuşmak bile içimi acıtmaya başlamıştı.
"Seni biraz daha fazla görebilmek varken mi?" derken gülme sesi de ilişti kulaklarıma. Yapma işte bunu!
"Tamam, biz geliyoruz," dedikten sonra hızla telefonu kapatıp siyah çantama attım.
Kumru da üzerinde toprak rengi bir tulum ile beni salonda bekliyordu. "Gidiyoruz," dememle ayaklanıp hızla koluma girdi. "Her şey çok güzel olacak, bana güven," dedi koca gülümsemesiyle.
Her şeyin daha kötü olacağını bile bile yine de ona güvenmeyi seçtim.