Ne olduğuna dair tek bir fikrim yoktu. Kafamda bin tane soru işareti, dilim ise kendi bildiğini okuyordu.
“Nasıl yani?” dedim, alnımı buruşturarak. “Amcası mısın, dayısı mısın, nesisin sen? Yoksa gizli kardeş falan mı çıkacaksın, ne oluyoruz?”
Süleyman amca derin bir nefes aldı, başını yana eğip sakin bir gülümsemeyle,
“Amcanım kızım, Aylin’in amcasıydım yani senin de,” dedi.
Bir süre durdum. Beynim “error” verdi.
Harika Ezgi, hayatında hiç normal bir akrabalık ilişkisi olmadı zaten. Amcan da saat dükkanında çıktı, tam koleksiyonluk hikâye!
Ali’nin sandalyesi gıcırdadı. Alayla kalktı ayağa, dudaklarının kenarına o tanıdık soğuk gülümseme yerleşti.
“Bırak Ezgi,” dedi. “Boşuna gelmişiz buraya.”
Kolumdan tutup beni ayağa kaldırırken o kadar kararlı görünüyordu ki, bir an direnemedim. Ama içimde bir şey, bir yer hâlâ o yaşlı adamın gözlerine takılı kalmıştı.
Annemin kanından bir parça… belki de geriye kalan tek izdi o.
Hüzün, şaşkınlık ve öfke birbirine karıştı içimde.
Ah be Ezgi… sen dramın başrolü değil, komple dizisin zaten.
Ama bu biraz Lucifer dizisine benziyor...
Şeytan yanımdaki denyo olsa gerek. Lucifer bile bu kadar kibirli, bu kadar karizmatik sinir bozucu olamazdı.
Ali kolumdan çekiştirirken içimden “şimdi mi kavga edelim, sonra mı?” diye tarttım ama bu adamın yanında tartışmak bile bir performans sanatına dönüşüyordu.
“Ali, yeter be!” dedim, kolumu kurtarmaya çalışırken. “Yakında kokundan zehirleneceğim, ne sürüyorsan fazla sürüyorsun.”
Dudak kenarına o klasik, sinir bozucu gülümseme yerleşti. “Sen beni nasıl buldun peki?” dedim alayla.
“Meslek sırrı,” dedi, sesi neredeyse fısıltı gibi.
“Görende bir şey sanar seni,” dedim kollarımı göğsümde kavuşturup.
Bakışlarını gözlerime dikti. “Kelimelerine dikkat et.”
“Etmezsem ne olur?” dedim, bir adım attım, burnumuz neredeyse birbirine değdi. Kalbim sanki göğsümden fırlayacak gibiydi ama belli etmedim. Kendine gel Ezgi, düşmanına aşık olan karakterlerden olma sakın.
Birden koluma sarıldı, sesi bu sefer yumuşaktı. “Sen bir gelsene benimle.”
“Seninle hiçbir yere gelmem, bırak beni!” diye karşı koydum ama elleri kararlıydı, yönümüz çoktan değişmişti bile.
Taş sokaktan geçerken rüzgâr yüzüme çarptı; denizin tuzu burnuma doldu.
Ayak seslerimiz taş zeminde yankılanırken önümde mavinin sonsuzluğu belirdi.
Ali bir adım önde, ben ardından sürüklenirken sadece içimden geçirdim:
Evet Ezgi, aferin sana… kalp ritmini bozan, tansiyonunu fırlatan adamla deniz kenarında romantik sahneye gidiyorsun. Şeytan bile alkışlar.
Ali’nin kara, kısık gözleri bir bıçak gibi üstüme saplandı. Gözbebeklerinin derininde öyle bir öfke vardı ki, denizin dalgaları bile sessizliğe gömüldü. Dişlerini sıkıyordu o kadar belirgindi ki, çenesindeki kaslar gerildikçe ben de refleksle nefesimi tuttum.
“Buraya geleceğinden neden haberim yoktu?” dedi, sesi boğuk, tehdit gibi.
Elinin hâlâ kolumda olduğunu fark ettim; parmakları bileğimde iz bırakacak kadar sıkıydı.
“Bırak kolumu, ruh hastası!” dedim dişlerimin arasından.
Ama bırakmadı. Daha da yaklaştı, nefesi yüzüme çarptı, gözlerindeki koyuluk daha da büyüdü.
“Niye haberim yoktu?” diye tekrarladı, bu kez kelimelerin her birine bastıra bastıra.
O kadar yakındı ki, her hecesi göğsümde yankılandı.
Ve patladım.
“Çünkü sana güvenmiyorum!” diye bağırdım. Sesim deniz duvarına çarpıp geri döndü, dalgalar bile irkildi sanki.
Ali bir an durdu. Ne öfke kaldı yüzünde, ne soğukluk. Sadece o sustuğu anlarda bile konuşan kara gözleriyle baktı bana.
Benimse içimden geçen tek şey şu oldu:
Evet Ezgi, helal olsun. Az önce bir ölüm makinesine ‘ruh hastası’ deyip bağırdın. Şimdi de sakin ol bakalım, belki seni denize atmaz.
Ali gözlerini denizin karanlığına çevirdi, sessiz bir dalganın ritminde konuştu:
“Ben de sana güvenmediğim için buradayım.”
Kolumu o an bıraktı.
Ne bağırdı, ne öfkelendi. Sadece sustu. Bu sakinlik, o bağırışından daha çok ürküttü beni.
Ne yani, şimdi bu da zen moduna mı geçti? Beni korkutmanın yeni yolu bu mu oldu?
Şaşkınlıkla baktım yüzüne. “Nerden biliyordun buraya geleceğimi?” diye sordum, bu kez daha temkinli.
Kara gözleri bana döndü, dudak kenarında yine o tanıdık alaycı kıvrım belirdi.
“Meslek sırrı,” dedi.
Yine başladı. Adamın sırrı bitmez, ben de her defasında bu cümleyi yutuyorum. Sanki ajan 007 karşımda da ben görev ortağıyım!
Ali’nin yüzü bir gölge gibi karardı, kara gözlerinde o tanıdık tehlike parladı.
“Cezası bu,” dedi, kelimeleri tıpkı bir tehdit gibi ağır ağır, gözlerini benden ayırmadan.
“Ne—ne cezası?” dedim şaşkınlıkla, sesim bir oktav yükselmişti.
Bir adım daha attı, omzunun gerginliği, çenesindeki damarlar, hepsi aynı anda gerildi. “Bana anlatmamanın cezası bu,” dedi. “Bu şekilde ortaklık olmaz.”
Harika Ezgi, tebrikler. Karşında ölüm makinesi, sen hâlâ ‘ortaklık’ konuşuyorsun. Oscar’ı getir bana.
Gözlerini kısarak devam etti. “Birbirimize güvenmek zorundayız, Ezgi. Bana her şeyi söylemelisin.”
Kollarımı göğsümde kavuşturdum, burnumu dikleştirip alaycı bir gülümsemeyle baktım.
“O zaman sen de o meşhur ‘meslek sırlarını’ benimle paylaşacaksın, anlaştık mı?”
Ali başını biraz yana eğdi, bakışları bir anlığına yumuşar gibi oldu. Sonra sustu. Denizin uğultusu aramıza doldu; sanki düşünüyordu, ya da sadece nasıl bir yalan söyleyeceğine karar veriyordu.
Sonunda o kısık sesiyle, neredeyse dürüst bir tonda, “Tamam,” dedi. “Bundan sonra bana dürüst olursan, ben de sana olacağım.”
Bir süre sessiz kaldım, dalgaların köpüğü bile sanki nefesini tutmuştu.
Evet Ezgi, işte bu: hayatının en saçma ittifakına adım attın. Bir yanda ölüm sessizliği, öte yanda iç çamaşır reklamı gibi duran karizmatik bela.
“Tamam o zaman, anlaştık.” dedim, tam bir zafer pozu verir gibi cebimi kurcalayıp “Sokağın Çocukları” kartını çıkarırken. İlk dürüstlük işte buradan başladı: “Babamın odasında bunu buldum.” Kartı Ezgi edasıyla uzattım evet, ben hâlâ kendime gülüyorum.
Ali kartı aldı; parmaklarının arasına aldı, evirip çevirdi. Gözleri kartın üzerinde gezinirken yüzünde o tuhaf, hem meraklı hem mesafeli ifade vardı. Karttaki yazıları mırıltıyla okudu, sonra kartı cebine sıkıştırmadan önce bir kez daha avucuna bastı.
Tam o anda ayağa kalktı ve geldiğimiz yoldan geri dönmeye başladı adımları kararlı, omuzları geniş. Ben öylece kaldım, bir an ne yapacağımı şaşırdım; sonra reflexle arkasından koştum.
“Nereyeee?” diye bağırdım, nefesim hala taşmıştı. “Hani meslek sırlarını açıklayacaktın? Hadi ya, nereye gidiyorsun?”
Ali dönmeden, omuzları üzerinden kısık bir sesle mırıldandı: “Takip et. O meslek sırlarına gidiyoruz.”
Söyledi ve yürüyüşünü hızlandırdı; deniz rüzgârı saçlarımızı savurdu, taş yolun tıkırtısı ayak seslerimizle karıştı. Ben öfkeyle, şaşkınlıkla ve bir parça da heyecanla arkasından yürüdüm.