13.Bölüm

1135 Words
Denizden gelen tuzlu rüzgâr saçlarımı savururken, onun koca koca attığı adımlarına yetişmeye çalışıyordum. Her adımı, kaldırıma çarpan bir sabır testi gibiydi. Bu adam insanın sinir sistemini baştan tasarlatırdı. Spor arabasına o iri gövdesini bıraktığında, egzozdan çıkan duman bile kibir kokuyordu. Kapıyı öyle bir kapattı ki, sanki bütün şehir “karizmatik sinir hastası yola çıktı” diye anons etti. Ben de öfkeyle nefes alıp kendi arabama koştum. Motorun sesi kalp atışlarımı bastıracak kadar gürültülüydü. Direksiyonu kavradım; avuçlarım terlemişti ama gururum daha sıcaktı. O gaza bastıkça, ben de arkasından deli gibi bastım. Dar sokaklar, taş kaldırımlar, eski duvarların gölgeleri... Hepsi bir film sahnesi gibi önümden akıyordu. Farlarının kırmızı ışığı, sinirli bir metronom gibi önümde yanıp sönüyordu. Bu adam kesin Formula 1’de gizli pilot. Başka açıklaması olamaz. Sinirle homurdandım. “Yavaş biraz be, ralliye mi geldik?!” diye söylenirken aynadaki saçlarımı düzelttim. Tamam Ezgi, dramatik ol ama estetikten ödün verme. Ölürken bile rujun düzgün olsun. O an fark ettim; Ali sadece benden kaçmıyordu, beni de peşinden sürüklüyordu. Ve ben, istemeden de olsa, o hızın içine çekiliyordum. Deniz, tuz, rüzgâr, far ışıkları… Her şey bir sahneydi ve ben, istemediğim hâlde, başrolü çoktan kaptım. Öfkeyle homurdanıp dijital ekranda Ali’nin adını bulup aradım. Telefon birkaç “dıt” sesinden sonra açıldı. Karşıdan gelen o meşhur ruh hastasının sesiyle birlikte sinir katsayım iki katına çıktı. “Ne var?!” “Ah, çok kibarsın!” dedim alayla. “Kibarlık yarışması olsa kesin birincilik kupası senin olurdu!” “Ezgi, uzatma,” dedi. Sesi tok, soğuk, buyurgandı. “Ne o? Tabakhaneye bok mu yetiştiriyoruz?! Yoksa mezarlıktan kombine bilet mi alacağız?!” Kendi sesimin yankısı arabanın içinde çınladı. Öfkem öyle büyüktü ki, ben bile kendimden korktum. Cevap? Yok. Sadece bir tıklama sesi… ardından sessizlik. Telefonu suratıma kapatmıştı. “Ruh hastası!” diye tısladım. Ama o anda fark ettim: Öndeki siyah araba yavaşlamıştı. Demek ki frenleri varmış. Mucize gibi. Gözlerimi devirdim. Direksiyonun üstüne vurup derin bir nefes aldım. “En azından biri frenin ne işe yaradığını hatırladı,” dedim kendi kendime. Parmaklarım radyoya uzandı. Zihnimi susturmak istiyordum; yoksa babamın katilini bulmak yerine ilk katil ben olabilirdim. Melodi arabayı doldurdu. Naif, eski bir şarkıydı… sözleri belirsizdi ama sesi içime işledi. Güneş denize son kez baktı sanki. Ufuk çizgisi turuncudan kızıla döndü, su altın tozuna bulanmış gibi parlıyordu. Dalgalar, batmakta olan güneşle sessizce vedalaşıyordu. Camdan giren rüzgâr, tuzla karışık bir huzur getirdi. Tanıdık bir kokuydu yaz akşamlarını, çocukluğumu, artık dönemeyeceğim bir zamanı hatırlatıyordu. Gözlerimi kapattım. Motorun ritmini, müziğin dalgasını, kalbimin çırpınışını dinledim. Yol uzadıkça ışıklar azaldı. Gün maviye, sonra mora, en sonunda karanlığa döndü. Asfaltın üstünde sadece iki çift far kalmıştı: onunki ve benimki. O önde, ben hemen arkasında. Birbirimize hiç yaklaşmadan, ama aynı yönde giden iki inatçı yıldız gibiydik. İstanbul’a yaklaştıkça manzara değişti. Dağların yerini yavaş yavaş şehir ışıkları aldı. Karanlığın içinden Boğaz köprüsü belirdi; ışıkları binlerce küçük yıldız gibi parlıyordu. Kırmızı ve mavi yansımalar suya vuruyor, rüzgâr metalin soğuk kokusunu taşıyordu. Ali bir daha hızlanmadı. Ben de gaza dokunmadan onu uzaktan izledim. İlk defa, sessizlik bu kadar rahatlatıcıydı. “En azından bu defa söz dinliyorsun,” dedim kendi kendime. Sesim yumuşamıştı; sinirim değil, sadece yorgunluğum kalmıştı. Farlarımız köprünün girişine vurduğunda, şehir birden üzerimize doğdu. Camın ardında milyonlarca ışık titriyordu. İçimden bir ses fısıldadı: Kendine dikkat et Ezgi. Bu şehir seni ya büyütecek, ya bitirecek. Ama o an tek bildiğim şey şuydu: Ben o arabayı kaybetmeyecektim. Köprünün ışıkları geride kalınca şehir sustu. Farlarda sadece daralan asfalt ve onu çevreleyen karanlık ağaçlar vardı. Yol kıvrıldıkça hava değişti; denizin tuzlu kokusunun yerini dağların keskin, serin kokusu aldı. Camı araladım. Rüzgârın içindeki reçine ve toprak kokusu burnuma doldu. O kadar canlıydı ki bir an arabayı değil, ormanı sürdüğümü sandım. Karanlık gövdeleriyle yükselen çamlar, yolun iki yanında nöbet tutar gibiydi. Gölgelere far vurdukça kaybolup yeniden beliriyorlardı. Açık camdan içeri sızan serinlik, kolumun tüylerini hafifçe diken diken etti. Ali’nin arabası önde, kıvrıla kıvrıla tırmanıyordu. Farlarının ışığı bir görünüp bir kayboluyor, sanki her virajda beni sınar gibi yeniden beliriyordu. Yolu değil, onun kırmızı ışıklarını izliyordum. O ışıltılar bana pusula olmuştu. Motorun sesi dağlardan yankılanıyor, rüzgârla karışıp bir uğultuya dönüşüyordu. Yol daraldıkça sessizlik büyüdü. Radyoyu kapattım; bu yükseklikte sessizlik bile daha anlamlıydı. Sadece motorun düşük sesi, rüzgârın uğultusu ve kalbimin temposu vardı. Kafamın içinde binlerce düşünce dönüyordu. Kimdi bu adam gerçekten? Beni nereye götürüyordu? Ve ben neden hâlâ arkasından gidiyordum? Virajlardan biri öyle keskindi ki, deniz bir anlığına yeniden göründü. Aşağıda, simsiyah bir kadife gibi uzanıyordu. Ayın solgun ışığı dalgaların üzerine düşmüş, minik gümüş kırıntılar gibi parlıyordu. Sonraki virajda deniz kayboldu; yerini dev çamların gövdeleri aldı. Artık tamamen dağların içindeydik. Far ışıkları yolun kıvrımlarına dokunuyor, yer yer sisin içinde kayboluyordu. Bir an burnuma nemli toprağın kokusu geldi o taze, ferah, yağmur öncesi koku. Derin bir nefes aldım. Şehirde olsam “egzoz” der geçerdim, ama burada... burada doğa konuşuyor. Rüzgâr şiddetlendi. Saçlarım yana savruldu, camdan içeri dolan hava yanaklarımı soğuttu. Farlardan yansıyan ışık ağaç gövdelerinde titreşiyor, sanki bir film karesi gibi hareket ediyordu. Bir an gözümü kapatsam, sanki dünya yavaşlayacak gibiydi. Tekrar dijital ekranda ismini bulup aradım. “Nereye gidiyoruz?” demek istiyordum, ama tabii ki açmadı. O lanetli arama sesi kulağımda dönerken direksiyonu biraz daha sıkı kavradım. “Tabii açmazsın,” dedim kendi kendime. “Seninle konuşmak zaten bir lüks, değil mi?” Ofla nefes verdim, ama pes etmedim. Takip ettim. Virajlar bitmek bilmiyordu; her kıvrımda yol biraz daha daralıyor, ağaçlar biraz daha yaklaşıyordu. Motorun sesi dağların sessizliğine karışıyor, farların ışığı dalların gölgelerini cama vuruyordu. Camı araladım; burnuma serin dağ havası doldu çam reçinesiyle karışık taze toprak kokusu. O koku... huzur gibi ama huzursuz edici. Sanki doğa bile “geri dön” diyordu. Ve sonunda… o arabayı gördüm. Birden durdu. Fren sesim kendi kalp atışıma karıştı. Karşımda duran ev, neredeyse geceye ait gibiydi. Boydan boya camlarla çevriliydi; içerideki loş ışık, bir film seti gibi o geniş salonu parlatıyordu. Minimal, ama gösterişli. Karanlığın içinden çıkan siyah çerçeveler, geometrik çizgilerle çevrelenmiş bir sessizliği andırıyordu. Evin modernliği rahatsız ediciydi fazla düzenli, fazla steril, fazla Ali. Gözlerimi devirdim. Eğer o gün gözlerimi kapatmamış olsaydım, bu yolu hatırlardım. Ve şu an bir ruh hastasının camdan kalesinin önünde olmazdım. Motoru susturdum. Sessizlik bir anda ağırlaştı. Sadece rüzgârın cama çarpan sesi ve uzaktan gelen cırcır böceklerinin zayıf uğultusu vardı. Bir süre arabada kaldım; ellerim direksiyonda, gözlerim o devasa eve kilitlenmişti. Camların ardında bir hareket vardı sanki gölge gibi, insan gibi. Yutkundum. “Ne gibi meslek sırları saklıyorsun burada, ha Karahan?” Kendime sormamla dudaklarımda alaycı bir gülümseme belirdi. Ama içimdeki ses fısıldadı: Ya o sırlar seni de içine çekecekse, Ezgi? Kemerimi çözdüm. Kapıyı açtığımda soğuk hava yüzüme çarptı; parfümümle karıştı, kalbim bir an hızlandı. Ayağımı yere bastım. Ayakkabımın topuğu taş zeminde tıkladı; yankısı gecenin içine karıştı. Farlarımı kapatmadan önce bir an daha eve baktım. Camların yansımasında kendi siluetimle onunki birbirine karıştı. “Harika,” dedim fısıldayarak. “Birimiz ışığı, birimiz karanlığı oynuyoruz.” Ve sonra, tüm cesaretimi toplayıp arabadan indim.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD