14.Bölüm

1497 Words
Arabadan indiğimde Ali çoktan kapıya yönelmişti. Her zamanki gibi… beklemeden, sormadan, sanki ben yokmuşum gibi. “Bir gel der misin, nezaketen?” diye seslendim arkasından. Dönüp o kısık, kara gözleriyle bana baktı. “Gel,” dedi. Tonunda alay gizliydi. “Vay be, mucize! Nezaket dersi işe yaramış!” dedim, adımlarımı hızlandırarak. Kapıyı açarken omzunun üzerinden baktı. “Çok konuşuyorsun.” “Sen de çok susuyorsun, dengeyi sağlıyoruz işte.” Evet Ezgi, şimdi de onunla laf dalaşına gir. Romantizmin doruklarındasın resmen. Kapıdan içeri girdiğimde, o tanıdık odunsu koku burnuma doldu. Vücudum istemsizce gerildi. Kendine gel Ezgi, parfümden etkilenen ergen değilsin sen. Ali önümde yürürken, geniş omuzlarını ve o dik duruşunu izlemekten kendimi alamadım. Tamam Ezgi, yeter. Düşmanının vücut analizini yapıyorsun şu an! Salona girdiğimizde ayak seslerimiz halıda kayboldu. Tam rahat bir nefes alacaktım ki… Kanepede oturan Yavuz Doktor’u görünce adımlarım kesildi. “Siz?” dedim şaşkınlıkla. “Siz burada ne arıyorsunuz?” Yavuz Doktor hafif bir tebessümle başını eğdi. “Hoş geldiniz, Ezgi Hanım.” Tam bir şey söyleyecektim ki, mutfak tarafından ağır ayak sesleri duyuldu. Döndüğümde karşımda dev gibi bir adam belirdi. En az bir doksan, belki daha uzun. Sıfır saç, kaslı kollar, geniş omuzlar... Ama en dikkat çekici olan, yüzündeki izlerdi. Kaşının üstünden çenesine uzanan derin bir yara, sol yanağında ince çizikler, birkaç kez kırılmış gibi duran bir burun. Elinde kahve fincanı vardı. Salona girerken kara gözleri üzerimde soğuk bir şekilde gezindi. İçimden bir ses “kaç” dedi, ama ayaklarım yere çakılı kaldı. Hayır Ezgi, geri adım atmayacaksın. Korkmadığını göstereceksin. Omuzlarımı dikleştirdim, çenemi kaldırdım, gözlerimi onun gözlerine diktim. “Merhaba,” dedim; sesim çıktığı kadar kararlıydı. Adam durdu, başını hafifçe yana eğdi, beni baştan aşağı süzdü. Sanki ölçüp biçiyor, tartıyordu beni. Ali araya girdi. “Fezo,” dedi kısa ve net. “Ezgi Özdemir.” Fezo?! Kartvizitteki Fezo bu mu?! İçimde panik yükseldi ama yüzümde tek bir çizgi bile oynamadı. “Fezo,” dedim, başımı hafifçe sallayarak. “İlginç bir isim.” Fezo’nun dudak kenarında küçük ama tehlikeli bir gülümseme belirdi. “İlginç bir kız,” dedi, sesi çakıl taşı gibi sertti. Ali gözlerini bana dikti, kaşları çatılmıştı; o bakışıyla “ne yapıyorsun sen?” diyordu adeta. Ama ben aldırmadım, gözlerimi Fezo’ya çevirdim. “Teşekkür ederim,” dedim, sakin ama meydan okur bir tonda. “İltifat olarak alıyorum.” Bravo Ezgi! Hayatının en tehlikeli adamıyla flört ediyorsun. Oscar’ı kap artık! “Sen,” dedim, başımı Ali’ye çevirerek, “bu adamı nasıl buldun?” Ali kollarını göğsünde kavuşturdu. O tanıdık soğuk ifade yüzüne yerleşti. “Meslek sırrı.” “BAŞLARIM SENİN MESLEK SIRRINA!” diye patladım. Sesim salonda yankılandı, üçü de bana döndü. “Her şeye ‘meslek sırrı’ diyorsun! Ortaklık böyle mi olur?!” Ali tek kaşını kaldırdı, dudak kenarında o sinir bozucu gülümseme belirdi. “Sakin ol.” “Sakin olmayacağım! Buraya kadar getirdin, şimdi de—” “Otur.” Fezo’nun sesi kılıç gibi kesti havayı. Elini koltuğu işaret ederek tekrarladı: “Otur da konuşalım.” İçimden küfürler savurarak koltuğa çöktüm. Ali de karşıma geçti; Yavuz Doktor sessizce bizi izliyordu. Fezo, elindeki kahve fincanını masaya bıraktı, sonra gözlerini bana çevirdi. “Babanı tanımıyorum,” dedi. Tonu net, duygusuzdu. Alnım kırıştı. “Nasıl yani? Senin kartvizitin vardı onda!” Fezo omuz silkti. “Kartvizitim çok yerde var. Ben belge işindeyim. İnsanlar bana iş verir, ben yaparım. Yüz yüze görüşmem, tanışmam. .” “Belge işi mi?” dedim, sesimde kuşku vardı. “Belge çalarım,” dedi Fezo, hiç tereddüt etmeden. “Şirketlerden, kişilerden, her yerden. Ne istenirse bulurum. Ama bir kuralım var: çaldığım belgelere bakmam. İçinde ne olduğunu bilmem. Sadece teslim ederim.” “Yani,” dedim dişlerimi sıkarak, “babam senden belge çaldırmış olabilir ama sen kime, neden, ne için bilmiyorsun?” Fezo başını salladı. “Aynen öyle.” Sinirle güldüm. “Harika! Gerçekten mükemmel! Tek ipucumuz duvara tosladı!” Ali öne eğildi, dirseklerini dizlerine dayadı. “Fezo,” dedi sertçe, “babasının sana ne tür işler verdiğini hatırlıyor musun?” Fezo düşündü. Kaşları çatıldı, yüzü gölgede kaldı. “Çok eskiydi… ama hatırladığım kadarıyla Karahan Holding’le ilgiliydi.” Kalenderle mi? “Ne tür belgelerdi?” diye sordum hemen. “Bilmiyorum,” dedi Fezo. “Ama büyük bir işti. Çok para vermişti. Ve aceleydi. Sanırım özel dosyalardı aile kayıtları, belgeler falan.” Ali’nin gözleri kısıldı. “Ne zaman?” “İki yıl önce… belki biraz daha önce.” İki yıl önce. Ebru Hanım’ın öldürüldüğü zaman. Sessizlik çöktü salona. Sadece nefes sesleri, duvar saatinin tıkırtısı ve geride yankılanan belirsizlik… Öfkeyle ayağa kalktım. “Yani bize hiçbir yardımın dokunamayacak, öyle mi?” Fezo omuz silkti. “Üzgünüm. Ben sadece iş yaparım, detaylarına karışmam. Hayatta kalmak istiyorsam böyle olmalı.” “Harika,” dedim alayla. “Gerçekten harika!” Ali de ayağa kalktı. Sesi sertti, kararlı. “Fezo, eğer bir şey hatırlarsan—” “Hatırlarsam haber veririm,” dedi Fezo, yüzünde kımıldamayan o donuk ifadeyle. “Ama pek umutlu olma.” Ben çoktan kapıya yönelmiştim. İçimde öfke, hayal kırıklığı ve çaresizlik birbirine karışmıştı. Her adımda bir şeyler geride kalıyor gibiydi. “Ezgi!” Ali’nin sesi arkamdan geldi ama durmadım. Kapıyı açtım; soğuk hava yüzüme çarptı, saçlarımı savurdu. Harika Ezgi. Söke’ye geldin, Ali’nin evine kadar girdin, ve sonuç? HİÇ! Kapıdan çıkar çıkmaz Ali’nin sesi bir kez daha arkamdan yükseldi. “Ezgi, dur!” Durmadım. Arabama doğru hızlı adımlarla yürürken topuklarım taş zeminde yankılanıyordu. “Ezgi!” Bu kez sesi daha sertti, daha yakındı. “Bana dokunma!” dedim, arkama bakmadan. Ama çok geçti. Güçlü eli kolumu kavradı, beni kendine çevirdi. “Ne yapıyorsun?” diye tısladım, gözlerim öfkeyle parlıyordu. “Sen ne yapıyorsun?” diye karşılık verdi. Kara gözleri çelik gibiydi. “Delirdin mi?” “Bırak kolumu!” dedim. Çekiştirdim ama yerinden kıpırdamadı. “Hayır,” dedi, tek kelimeyle. O kadar kararlıydı ki, sanki bu kelime bile emir gibiydi. “ALİ!” Sesim öfkeyle titredi. “Boşuna geldik! Hiçbir şey öğrenemedik! Sen de—” “Ben de ne?” Bir adım daha yaklaştı; nefesi yüzüme değdi. “Ben de seni mi sürükledim buraya? Sen beni takip ettin, unutma!” “Çünkü sen söyledin!” dedim öfkeyle. “‘Meslek sırlarına gidiyoruz’ dedin! Ve ne oldu? Hiçbir şey!” Kısaca güldü, ama gülüşü buz gibiydi. “Ne sandın Ezgi? Her şey bir anda çözülür mü? Hayat o kadar kolay değil.” “Bana hayat dersi verme!” dedim ve onu ittim. Ama o kıpırdamadı. “Sen de hiçbir şey bilmiyorsun!” dedim, nefesim hızlanmıştı. “Sadece beni—” “Sadece seni ne?” Gözleri kısıldı, sesi alçaldı. O kadar yakındı ki, nefesleri dudaklarımda hissediliyordu. “Evet,” dedim sonunda. “Sadece beni kontrol etmeye çalışıyorsun!” Sessizlik. Sadece ikimizin nefes sesleri ve gecenin uğultusu. Ali’nin çenesi gerildi, bakışları karardı. “Sen hiçbir şey anlamıyorsun,” dedi kısık bir sesle. Tehlikeliydi. Ama aynı zamanda kırılmış gibiydi. “O zaman anlat!” dedim, göğsüne vurarak. “Anlat da anlayayım! Ama hayır, sen her şeyi saklıyorsun! Meslek sırrı, meslek sırrı, meslek sırrı!” “Çünkü güvenemiyorum sana!” diye bağırdı. Sesi gecenin sessizliğini yırttı. Dondum. İçimde bir şey kırıldı. “Ben de sana güvenemiyorum,” dedim, bu kez sesim titriyordu. Ali’nin eli hâlâ kolumdaydı. Parmakları sıkıca kavramıştı beni. Ama gözlerinde bir şey değişti öfke geri çekilmiş, yerini pişmanlığa bırakmıştı. “Biliyor musun en kötü yanı ne?” dedim, gözlerim dolmuştu ama ağlamadım. Asla. “İki insan... aynı acıyı yaşamış, aynı kaybı hissetmiş... ama birbirine güvenemiyor. Bu ne kadar acı, farkında mısın?” Ali’nin eli gevşedi. Bakışları yumuşadı, sesi neredeyse bir fısıltıya döndü. “Ezgi...” “Hayır,” dedim ve kolumu kurtardım. Bu kez bıraktı. “Yeter. Ben gidiyorum.” Arkamı döndüm, arabaya yöneldim. Gözlerimden yaşlar süzülüyordu ama sesimi çıkarmadım. “Ezgi, bekle!” Ali’nin sesi yine geldi, ama bu sefer farklıydı. Daha yumuşak, neredeyse yalvarır gibiydi. Elim arabanın kapısındaydı. Dönmedim. “Ne istiyorsun?” dedim, sesim buz gibiydi. Ayak sesleri yaklaştı. Sıcak nefesini ensemde hissettim. “Özür dilerim,” dedi sessizce. Dondum. Ali Karahan özür mü diledi? Döndüğümde o kara gözler bana bakıyordu. Bu sefer farklıydılar. Kırılgandı, yorgundu, acı doluydu. “Ben de... güvenemiyorum,” dedi. “Ama seninle olmak zorundayım. Çünkü sen olmadan yapamam.” Kalbim durdu. Nefesim kesildi. “Ne?” diye fısıldadım. “Bu işi çözmek için sana ihtiyacım var,” dedi. Ama gözlerinde başka bir şey vardı kelimelerin sakladığı bir şey. Bir süre öyle kaldık; karanlığın, rüzgârın ve suskunluğun içinde, birbirimize bakarken. “Benim de sana ihtiyacım var,” dedim sonunda. “Ama bu böyle olmaz, Ali. Bu şekilde değil.” “Biliyorum.” Elini uzattı, yanaklarımdan süzülen bir damla yaşı sildi. Parmakları sıcaktı, dokunuşu nazikti. O dokunuş... öyle beklenmedikti ki, nefesim kesildi. “O zaman ne yapacağız?” diye sordum, sesim neredeyse bir fısıltıydı. Ali’nin bakışları dudaklarıma kaydı, sonra yeniden gözlerime döndü. “Birbirimize güvenmeyi öğreneceğiz,” dedi. “Yavaş yavaş.” “Kolay olmayacak,” dedim. Dudak kenarında hafif bir gülümseme belirdi. “Seninle hiçbir şey kolay değil zaten.” Gözlerimi devirdim ama gülümsememi saklayamadım. “Sen de hiç kolay değilsin.” “Biliyorum,” dedi. Ve bu sefer... gerçekten gülümsedi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD