15.Bölüm

1638 Words
Güven. Ne kadar kolay söyleniyor, değil mi? Ama içini doldurmak… işte orası felaket. Birine güvenmek, ona sırtını dönmek, sesine inanmak… Bu, kalbini eline verip “İstersen kır,” demek gibi bir şey. Ve ben, bunu bir daha yapar mıyım, bilmiyorum. Ali’ye güvenmeli miyim? Güvenebilir miyim? Kalbim “evet” diyor, aklım “kaç” diye bağırıyor. Ortada kalmış gibiyim bir uçurumun kenarında, ayaklarımın altı kayarken. Ali’nin gülümsemesi yavaşça söndü, yerini ciddiyet aldı. “Gel,” dedi. “İçeri gir. Oturup düzgünce konuşalım. Neler yapabileceğimizi planlayalım.” “Ali, yorgunum ben—” “Ezgi,” dedi, sesi yumuşaktı ama kararlıydı. “Lütfen. Bu sefer doğru yapalım.” Bir süre tereddüt ettim. İçimde bir ses “git, kaç buradan” derken, bir diğeri fısıldıyordu: “Kal. Ona bir şans ver.” Derin bir nefes aldım. “Tamam,” dedim sonunda. “Ama bu sefer şeffaf olacaksın. Her şeyi anlatacaksın.” “Söz,” dedi ve bana doğru elini uzattı. Elime baktım o iri, güçlü ele. Sonra gözlerine. Bir an tereddüt ettim, sonra elimi onun eline koydum. Parmakları elimi sardı; sıcak ve sıkıydı. Tamam Ezgi, şimdi elinden tuttu. Romantik film sahnesi mi çekiyoruz, yoksa yine hata mı yapıyorsun? Birlikte eve doğru yürüdük. Ellerimiz hâlâ birbirine kenetliydi. İçimde tuhaf bir his vardı rahatsızlık değil, güven de değil. Arada bir yer. Belki umut, belki korku. İçeri girdiğimizde Fezo hâlâ salondaydı. Kahvesini bitirmiş, ayağa kalkmak üzereydi. Bizim el ele girişimizi görünce kaşları hafifçe kalktı, dudak kenarında küçücük ama anlamlı bir gülümseme belirdi. “Barıştınız demek,” dedi, sesi hırıltılıydı. “Fezo,” dedi Ali, sesi sertti ama kontrollü. “Yolcu yolunda gerek. Teşekkürler.” Fezo başını salladı ama gitmeden önce bana döndü. Gözleri süzdü beni ölçer, biçer, değerlendirir gibi. “İyi şanslar, Ezgi Hanım,” dedi. “İkinize de lazım olacak.” Ve çıktı. Kapı sessizce kapandı, ardında kısa bir yankı bırakarak. Yavuz Doktor köşedeki koltukta oturuyordu, elinde bir kitap. Bizi görünce gözlüklerinin üzerinden baktı, gülümsedi. “Ben de çıkayım, siz konuşun,” dedi, ayağa kalkarken. “Hayır Yavuz,” dedi Ali. “Kal. Senin de duyman gereken şeyler var.” Yavuz başını sallayıp tekrar oturdu. Ali elimi bıraktı o an fark ettim, hâlâ tutuyormuş. Sonra salona geçti. “Otur,” dedi, koltuğu işaret ederek. “Çok buyuruyorsun,” dedim alayla ama yine de oturdum. Ali karşıma geçmedi. Barın yanına gitti, viski şişesini aldı ve iki kadehe döktü. Birine buz attı, diğerine atmadı. Buzlu olanı bana uzattı. “Nereden bildin buzlu içtiğimi?” diye sordum, şaşkınlıkla. Dudak kenarında o sinir bozucu gülümseme belirdi. “Meslek sırrı.” “Ali!” Güldü. Gerçekten güldü. O tok, derin sesi salonda yankılandı, duvarlara çarpıp yankı yaptı. “Şaka yapıyorum,” dedi. “Geçen seferki akşam yemeğinde fark ettim.” Vay be. Demek dikkatliymişsin. Bu iltifat mı, yoksa stalker mı, karar veremedim. Kadehe uzandım, parmaklarım onun parmaklarına hafifçe çarptı. O temas... sanki elektrik hattına dokunmuşum gibi bir sıcaklık geçti içimden. Sakin ol Ezgi. Sadece kadeh verdi, evlenme teklifi değil. Viskiden bir yudum aldım; boğazımda keskin bir yanma bıraktı ama iyi geldi. Sanki sinirlerim yavaşça gevşedi, kalbim hâlâ itiraz etse de. Ali yine karşıma oturmadı. Camın önüne geçti, elindeki kadehle İstanbul’un ışıklarına baktı. Sırtı bana dönüktü, omuzları taş gibi gergindi. “Ali,” dedim sessizce. “Otur artık. Konuşalım.” Döndü. Kara gözleri bana kilitlendi; bakışı öyle yoğundu ki, bir an nefes almayı unuttum. Yavaş adımlarla yaklaştı. Karşımdaki koltuğa değil, yanımdaki koltuğa oturdu—tam yanıma. Aramızda sadece birkaç santim vardı. O tanıdık, odunsu koku burnuma doldu; vücudum istemsizce gerildi. “Neden bu kadar yakın oturuyorsun?” dedim, sesim ince bir çizgide salındı. “Rahatsız mı oldun?” dedi. Kara gözleri loş ışığın altında koyu kahverengiye dönmüş, içinde altın parçacıkları yanıp sönüyordu. “Hayır,” dedim, belki de fazla hızlı. “Sadece… garip.” “Garip mi?” Tek kaşını kaldırdı, yüzünde o tanıdık alaycı ifade belirdi. “Evet. Sen normalde bu kadar soğukken, şimdi—” “Şimdi ne?” Biraz daha yaklaştı, dirseğini koltuğun koluna dayadı. Yüzü bana öyle yakındı ki, kirpiklerinin hareketini bile görebiliyordum. Tamam Ezgi. Bu adam seninle oynuyor. Sakın kendini kaybetme. “Şimdi... çok yakınsın,” dedim, fısıltı gibi bir sesle. Ali’nin dudak kenarı kıvrıldı. “Seni rahatsız ediyorsam uzaklaşırım.” “Hayır!” dedim. Çok hızlı, çok savunmasız. Gözleri hafifçe parladı. “Yani?” “Yani... kalabilirsin.” Gözlerimi kadehe diktim, buza, cama, herhangi bir şeye… Yüzüne bakmaya cesaret edemedim. Kalp atışlarım boğazıma yükselmişti, yanaklarım yanıyordu. Bravo Ezgi. Şimdi de kızardın. Tamam, daha iyi oldu! Sessizlik çöktü. Yalnızca Yavuz’un kitap sayfalarını çevirme sesi ve camdan gelen hafif rüzgâr uğultusu vardı. Ali kadehinden bir yudum aldı. Gözleri hiç üzerimden ayrılmadı. “Ezgi,” dedi alçak bir sesle. “Hm?” dedim, hâlâ yüzüne bakamadan. “Bana bak.” Yavaşça başımı kaldırdım. Gözlerim onunkilerle buluştu, ve dünya bir anlığına sustu. O kara gözlerde bir şey vardı yorgunluk, acı, ama bir de başka bir şey... Tanımlayamadığım, ama içimi yumuşatan bir sıcaklık. “Ben…” dedi, sesi neredeyse fısıltıydı. “Ben sana güvenmek istiyorum.” Kalbim göğsümde sertçe çarptı. “Ben de,” dedim. “Ama kolay değil,” dedi. “Uzun zamandır kimseye güvenmedim.” “Ben de,” dedim yine, sesi kısılarak. Yavuz Doktor boğazını temizledi. “Belki ben başka odaya geçsem,” dedi, gülümseyerek. “Hayır,” dedik aynı anda. Yavuz kaşlarını kaldırdı, gülümsemesi büyüdü. “Peki çocuklar. Ben buradayım, ama duymuyorum,” dedi, kitabına dönerken. Ali gözlerini devirdi ama dudak kenarında hafif bir gülümseme vardı. “Peki,” dedim. “Şimdi ne yapacağız? Fezo’dan bir şey çıkmadı.” “Süleyman Amca’dan öğrendiklerimiz var,” dedi Ali. “Babam ve baban eskiden arkadaşmış. Aralarına annen girmiş.” “Evet,” dedim. “Ama bu bizi katile götürmez.” Ali döndü. Gözleri karanlıkta yanar gibi parladı. “Götürür. Çünkü cinayet sebebi... aşk.” “Aşk mı?” dedim şaşkınlıkla. “Evet,” dedi, kadehinden bir yudum alarak. “Babam anneni unutamamış. Başka biriyle evlenmiş ama onu hâlâ seviyormuş.” “Ebru Hanım,” dedim sessizce. “Annem,” dedi Ali, sesi sertleşmişti. “Annem, babamın sevmediği biriyle evliymiş. Sadece Aylin’i unutmak için evlenmiş.” Kalbim sıkıştı. “Ali…” “Ve sonra,” dedi Ali, gözleri bir anda karardı. “Annem öldü. Babam onu öldürdü. Çünkü asla Aylin olamadı.” Sessizlik çöktü. Ağır, boğucu, duvarlara çarpıp yankılanan bir sessizlik. “Peki babam?” dedim, sesim neredeyse fısıltıydı. “Neden öldü?” Ali omuz silkti, yüzü taş gibiydi. “Bilmiyorum. Ama babamın parmağı var. Eminim.” “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?” “Çünkü,” dedi, sesi kısık ve keskin. “Babamı tanıyorum. O intikam peşinde. Hüseyin onun aşkını aldı. Şimdi o da Hüseyin’den her şeyini almak istiyor.” Yutkundum. Boğazım kurudu. “Beni de mi?” Ali’nin çenesi gerildi. “Evet.” Korku içimi sardı ama belli etmedim. Gözlerim onun gözlerinde kilitli kaldı. “Sence ne yapacağız peki?” “Kanıt bulacağız,” dedi. Elini uzattı, yanaklarımdaki bir tutam saçı kulağımın arkasına attı. Parmakları tenime değdiğinde içimde bir elektrik kıvılcımı dolaştı. Ezgi, sakin ol! Adam sadece saçını düzeltti, Hollywood öpüşme sahnesi çekmiyor! “Nasıl?” diye fısıldadım. Sesim neredeyse duyulmazdı. “Yarın akşam babamda yemek var,” dedi. “Sen de geliyorsun.” Gözlerim büyüdü. “Ne?!” “Duydun,” dedi, kadehinden bir yudum aldı. “Ali, deli misin sen? Senin babanın evine mi?!” “Evet.” “Hayır!” dedim, aniden ayağa fırladım. “Olmaz! O adam—” “Ezgi,” dedi, sesi buz gibiydi. “Tartışmıyoruz. Geliyorsun.” “Ben—” “Geliyorsun,” diye tekrarladı, bu kez sesi daha sertti. Bakışları gözlerime saplandı; yerimden kıpırdayamadım. Öfkeyle soludum. “Sen bana emir veremezsin!” “Verebilirim,” dedi, ayağa kalktı. Üzerime doğru yürüdü; gölgesi beni tamamen kapladı. “Çünkü bu iş ikimizin. Ve babamın evine gitmek zorundayız.” “Neden?” dedim, dişlerimin arasından. “Çünkü,” dedi, çenesi gerildi, bakışları sertleşti. “Orası tek yerimiz.” “Ne demek istiyorsun?” “Yeter,” dedi, sesi çatladı. “Yarın akşam hazır ol. Saat yedide seni alacağım.” “Ali—” “Tartışma,” dedi ve gözlerini kıstı. “Geleceksin.” Öfkeyle homurdandım. “İnatçı, sinir bozucu—” “Evet,” dedi, dudak kenarında o tanıdık, kibirli gülümseme belirdi. “Biliyorum.” Gözlerimi devirdim. “Nefret ediyorum senden.” “Yalan,” dedi. Bir an afalladım. “Ne?!” “Yalan söylüyorsun,” dedi, bir adım daha yaklaşıp sesini alçalttı. “Benden nefret etmiyorsun.” Yutkundum. Çok yakındı artık. Teninden yayılan sıcaklık tenime dokunuyordu. “Ediyorum,” dedim, ama sesim kısılmıştı. “Hayır,” dedi. “Etmiyorsun.” Sessizlik. Sadece nefeslerimiz birbirine karışıyordu; o an, dünya sadece bizden ibaretti. “Yarın saat yedi,” dedi sonunda, bakışlarını üzerimden çekmeden. “Hazır ol.” Ve öylece döndü, Yavuz’a baktı. “Biz gidiyoruz.” Yavuz gülümsedi, kitabını kapattı. “Tamam Ali,” dedi sakince. “Ben de çıkayım o zaman.” Ali bana döndü. “Seni bırakayım.” “Kendim gidebilirim,” dedim, sinirle omuz silkerek. “Ezgi—” “Kendim giderim dedim!” Çantamı kaptım, adımlarım sertti, sabırsızdı. Ali arkamdan geldi, kapıyı açtı. “İnatçısın.” “Sen de öküzsün,” diye homurdandım. Dışarı çıktığımda soğuk hava yüzüme çarptı, saçlarımı savurdu. Hava keskin, gece ağırdı. Arabaya doğru hızlı adımlarla yürürken arkamdan o sesi duydum: “Yarın saat yedi!” Cevap vermedim. Arabaya bindim, kapıyı sertçe kapattım. Metal sesi gecede yankılandı. Aynadan ona baktım. Kapının eşiğinde durmuştu; elleri ceplerinde, omuzları dik. Yüzündeki o soğuk ifade karanlığa karışsa da gözleri… hâlâ üzerimdeydi. “Öküz,” diye tısladım kendi kendime. Motoru çalıştırdım. Egzozun sesi geceyi yırttı. Gaza bastım, farların ışığı asfalta düştü. Karanlığın içinde ilerlerken aynadaki Ali silueti küçüldü. Ama içimdeki his küçülmedi. Yarın... yarın Kalender Karahan’ın evine gidecektim. Katilimin evine. Ve yanımda, beni koruması gereken adam… Güvenemediğim adam olacaktı. Harika Ezgi. Gerçekten harika. Ölüm listesine adını yazdırdın resmen. Ama artık geri dönüş yoktu. Yarın akşam... gerçekle yüzleşecektim.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD