Korku bedenimi ele geçirmişti; kollarının arasında çırpınıyordum. Ama ne belimdeki eli gevşiyordu ne de ağzımı kapatan eli.
“Şşş…” diye fısıldadı. Gözümden süzülen yaşlar, elinin sıcağıyla buluştu. Tıs sesinden bile korkacak haldeydim. Bu bana yapılır mıydı?
“Sakin ol. Sana zarar vermeyeceğim. Biri bana bir not verdi, sana iletmemi istedi. Şimdi elimi çekeceğim, bağırmayacaksın. Tamam mı?” dedi.
Başımı aşağı yukarı salladım. Yavaşça ellerini üzerimden çekti.
Tüm gücümle göğsünden itip kendimden uzaklaştırdım. Kapının pervazından sızan ışık yüzünü görmem için yetersizdi. Tek seçebildiğim, boyunun oldukça uzun oluşu ve karanlığa zıt duran beyaz gömleğiydi. Hareket etmesiyle bir adım geri çekildim; sırtım sert duvara çarptı.
Elini uzattı. “Al bunu,” diyerek elime bir kâğıt sıkıştırdıktan sonra kapıya yöneldi.
“Dur! Sen kimsin?” dedim, sesim kulaklarımın bile zor duyduğu bir fısıltıya dönüşmüştü.
Duraksadı. “Benim kim olduğumun bir önemi yok. Paramı aldım, işimi yaptım,” dedi ve karanlığa karıştı.
Kapı açıldığında içeriye sızan ışıkla gözlerim kısıldı. Işığa alışmam beş on saniye sürdü. Şokun etkisiyle arkasından gitmek yerine öylece bakakaldım; kendime içimden resmen sövdüm. Güçlü olmam lazımdı, duygularıma bu kadar kapılmamalıydım.
Hızla karanlıktan çıkıp kendimi aydınlığa attım. Etrafıma baktığımda kimseyi görememenin hayal kırıklığıyla sövmeye devam ettim.
Titreyen ellerimle bana tutuşturduğu kâğıdı açıp okumaya başladım:
KARAHAN AİLESİNDEN UZAK DUR!
HER ŞEYİ BİLİYORUM,
SENİN HİÇBİR ŞEYİ BİLMEDİĞİNİ DE BİLİYORUM.
SADECE BEKLE…
YAKINDA TANIŞACAĞIZ.
KORUYUCU MELEĞİN
Yazılanları belki on kere okuduktan sonra kâğıdı dürüp küçük çantama attım. Elimle duvardan destek alıp bir adım attım; gözlerim karardı, dizlerimin üzerine çöktüm. Başımda aniden patlayan ağrıyla elimle şakaklarımı kavradım, derin nefesler almaya başladım.
Bu caz yapan kimdi?
Benim bilmediğim bir şeyler biliyordu. Belki de hiçbir şey bilmiyordu. Belki bu sadece bir oyundu, belki de gerçekti. Neyin içine düşmüştüm ben? Etrafımda neler dönüyordu? Karahan ailesinde ne vardı?
Kendi kendime söylenmeye başladım: Ben böyle işin gelmişine geçmişine… En nadide küfür silsilemi yollayayım. İyice paranoyak ettiler beni! Koruyucu melek de neydi Allah aşkına… Yeşilçam filmi mi çekiliyor da benim haberim yoktu?
Omzuma dokunan bir el ile gözlerim açıldı, sıçrayarak doğruldum. Karşımda yine o kısık kara gözlerle karşılaştım.
“İyi misin?” diye sordu, kaşları çatılmış halde.
Güçlükle ayağa kalkıp üzerimi düzelttim. Yüzüme sahte bir gülümseme yerleştirdim. Güçlü olmalıydım. Güçlü görünmeliydim.
“İyiyim, sağ ol.”
“İyi,” dedi kısaca ve yürümeye başladı.
Ben ise arkasından bakakaldım. Bu adam… hastanede başımdan ayrılmayan adam değil mi? Yoksa ben mi yanlış hatırlıyorum?
Lavaboya girip hızla yüzüme çarptığım sular beni ayıltmaya yetmişti. Aynadaki aksime bakıp derin bir nefes verdim. “Git ve kendini göster,” diye mırıldanıp omuzlarımı dikleştirdim. Ardından hızlı adımlarla salona yöneldim.
Garsonun yönlendirmesiyle masama geldiğimde ufak çaplı bir şok daha yaşadım. Karahan ailesi masadaydı. Babamın katili olabilecek adamlarla aynı masada oturacaktım. Kalbim hızla çarparken, içimde öfke ve korku birbirine çarpıyordu. Kendi canavarlarımla aynı sofraya oturacaktım.
Ama bu, aynı zamanda öğrenmem için bir fırsattı. İçimdeki öfkeyi sahte bir gülümsemenin ardına gizleyip masaya oturdum.
“Başın sağ olsun, kızım,” dedi Kalender Karahan. Sesinde tuhaf bir otorite vardı. Karizmatik bir adamdı; Ali’den geçen koyu kara gözleri sinsilikle parlıyordu. Esmer teni ve fit vücudu, dik duran omuzlarıyla birleşince kibir kokuyordu.
“Sağ olun,” diye mırıldandım. Sesim sakin görünse de içim kaynıyordu. Gözlerim karşıma oturan Ali’ye kaydı. Umursamaz tavırları, etrafındakilerle ilgilenmeyişi, sanki buraya zorla getirilmiş gibiydi. Ama bana öyle geldi ki, o da aslında bu masanın görünmeyen ağırlığını taşıyordu.
Masada bir de genç bir adam vardı. Esmerdi ama gözleri kahverengiydi; yüzünde kurnaz bir ifade, tipinde fırlama bir hava vardı. Bacağını ritmik şekilde sallarken etrafına yapmacık gülücükler dağıtıyordu.
“Şirkette işler kötü gidiyormuş,” dedi Kalender Bey. Masaya soğuk bir sessizlik çökerken bakışlar bir anda bana döndü.
“Düzelecek,” dedim kendimden emin bir tavırla. “Sağ olsun, koruyucu meleklerimiz var.”
Cümlemi özellikle öyle bırakmıştım. Gözlerim tek tek hepsini taradı. Attığım yem karşılığını bulacak mıydı?
Kalender’in sahte gülümsemesi yüzünde biraz daha büyüdü, Ali’nin kaşları ise çatıldı. İkisinin gözleri de üzerimdeydi. Genç olan adam ise umursamazca kendi âlemindeydi.
“Kimseye güvenmemelisin,” dedi Ali, tekdüze ama buz gibi bir sesle.
“Güveneceğim birileri vardır elbette. Çoğul konuşarak haksızlık ediyorsunuz,” diye karşılık verdim, bakışlarım bu defa Kalender’e kaydı.
Yüzündeki sahte gülümsemeyi hiç bozmadan bana dikkatle bakıyordu. Ardından dirseklerini masaya yerleştirip bana doğru eğildi:
“Haklısın kızım. Biz her konuda destekçiniz.”
İçimdeki öfke dışarı taşmak istese de kendimi dizginliyordum.
“Teşekkürler,” dedim sahte bir gülümsemeyle. Keşke ikisinin de gözlerinden geçen hinlikleri okuyabilseydim.
“Bu arada…” dedi Kalender Bey, eliyle genç adamı göstererek, “Oğlum Akın.”
“Selam,” dedi Akın, koca bir gülümsemeyle bana dönüp elini uzattı. Elini sıkıp gülümsemesine karşılık verdim.
“Ali ile tanışıyorsunuz zaten,” diye ekledi Kalender. Başımı aşağı yukarı sallayarak onayladım. Gözlerim Ali’ye kaydı. Bakışlarımız kesiştiği anda beş on saniye boyunca öylece kaldık.
Sert mizaca sahipti; kaşları çatık, gözlerinde ağır bir anlam vardı. Sanki biri en ufak bir şey dese patlayacak gibiydi. Katil tipi var mıydı? Bence vardı.
Tam o anda spikerin sesi salonu doldurdu, tüm dikkatimizi böldü:
“Yılın iş adamı seçilen ve şu an aramızda maalesef bulunmayan, ama her nerede olursa olsun bizi izleyen ve kızından gurur duyan Özdemir Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Hüseyin Özdemir’in ödülünü almak üzere kızı Ezgi Özdemir’i sahneye davet ediyorum!”
Sahnede konuşan adam ismimi anons ettiğinde, ağır ağır yerimden kalktım. Ayaklarım sanki yere çivilenmişti, her adımda kalbim göğsümden fırlayacak gibi çarpıyordu. Bu ödülü babamın alması gerekiyordu. Ben değil… O burada olsun diye her şeyimi verirdim. Her şeyimi.
Sahneye çıktım. Sahte bir gülümseme yüzüme yapışmış halde ödülü aldım. Ardından elime tutuşturulan mikrofonu sımsıkı kavradım. Konuşmam bekleniyordu ama boğazımda oluşan düğüm nefesimi kesti. Dudaklarım aralandı, tek kelime çıkmadı. Salondaki yüzler bulanıklaştı, kulaklarım uğuldadı.
Derin bir nefes alıp, zorla yutkundum. Dolgun dudaklarım titreyerek aralandı.
“Öncelikle… bu ödülü babama layık gördüğünüz için teşekkür ederim,” dedim, sesim kısık ama kararlıydı. Gözlerimden yaşlar birikse de başımı dik tuttum. “O hep çalışkan bir adamdı. Sahip olduğu her şeyi alnının teriyle kazandı. Şimdi ise sırasını mecburen bana devretti.”
Bir an sesim titredi, nefesim kesilecek gibi oldu. Ama mikrofonu daha sıkı kavradım, gözlerimi salonun kalabalığına dikerek devam ettim:
“Burada olup konuşmayı kendisinin yapmasını her şeyden çok isterdim. Ama ne yazık ki hayat, isteklerimiz üzerine yürümüyor. Şu an her neredeysen, bizi izlediğini biliyorum, Reis…” Dudaklarımda kısa, buruk bir kıkırdama belirdi.
“Sana şunu söylemek istiyorum; seni çok seviyorum, baba. Özdemirlerin kim olduğunu herkes görecek. Seni gururlandıracağım. Zamanı geldiğinde bu ödülün üzerine kendi adımı yazdıracağım. Bunu sadece senin için yapacağım.”
Salona son kez baktım. Gözlerim doluydu ama dimdik ayaktaydım.
“Hepinize iyi akşamlar diliyorum. Teşekkürler.”
Göz pınarlarımda beliren yaşlarla hızla sahneden indim, çıkışa yöneldim. Dışarıya adımımı atar atmaz temiz havayı ciğerlerime doldurdum. Yanaklarımdan süzülen yaşları hissettim; o kadar sulu göz olmuştum ki artık bunu engelleyemiyordum. Ne kadar güçlü olacağım desem de, bedenim aksini iddia ediyordu.
Omuzlarımda beliren güçlü ellerle irkilerek arkamı döndüm. Çatık kaşlarının gölgesinde kısılan kara gözleri, tereddütle bakıyordu ıslak kahvelerime.
“İyi misin?” dedi.
Elimin tersiyle yanaklarımı silerken dudaklarımda ince bir alay belirdi.
“Bugün bu soruya bayağı çalışmışsın anlaşılan…” dedim, sessizce.
Ellerini omuzlarımdan çeker çekmez, bu kez sağ eli sol bileğimi sıkıca kavradı.
“Gel benimle,” dedi kararlı bir tonla, beni çekiştirerek.
“Ne yapıyorsun?” dedim panikle.
“Gel sen,” diye üsteledi.
Delinin zoruna bak hele!
Yol boyunca beni resmen sürükleyerek otoparka getirdi. O kadar hızlı yürüyordu ki nefes nefese kalmıştım.
“Dur,” dedim; bileğimi ondan kurtarıp ellerimi dizlerime koydum. Derin derin nefes almaya çalışırken o, gayet rahat tavrıyla beni süzüyordu. Birden yine bileğimden tutup çekiştirince, “Dur be adam! Ben öyle bildiğin kızlara benzemem; bir daha çekiştirirsen elimin tersini suratında bulursun,” dedim sinirle. “Nereye gidiyoruz? Önce onu söyle.”
“Gidince görürsün.” Vay be, ciddi misin? Bunu niye düşünemedim ki… Dişlerimin arasından nefes verip peşinden sürüklenmeye devam ettim. İnsafa gelmiş olacak ki biraz yavaşladı. Allah razı olsun. İyice kafayı yiyorum.
Ben niye bu adamı takip ediyordum ki?
Siyah bir Ferrari’nin önünde durduğumuzda kapıyı açıp eliyle içeri işaret etti. Tam o sırada arkamdan Oktay’ın sesi geldi; başımı hızla o yöne çevirdim.
“Ezgi Hanım, bir sorun mu var?” diye sordu Oktay, gözlerini Ali’ye dikerek.
“Var,” dedi Ali, ona doğru bir adım atarken. Hızla kolunu tutup geriye çekmeye çalıştım ama nafileydi; çok iriydi, yerinden milim kıpırdamadı.
“Bir sorun yok, Oktay. Sen eve gidebilirsin,” dedim.
Oktay tereddütle beni süzdü, gözleri emin misiniz? der gibi bakıyordu. Sonra başıyla onayladı. Yine de Ali’ye attığı ters bakışı fark etmemek imkânsızdı. O anda Ali’nin sinirle kıpırdandığını gördüm. Bu adamda katil tipi var demiş miydim?
“Hadi,” dedi, bana dönüp. Ben hızla arabaya yerleşince öfkeli bakışlarını Oktay’dan çekip direksiyonun başına geçti.
“Niye ters davrandın şoförüme?” dedim, gözlerimi ona dikerek.
“Gözüm tutmadı,” diye mırıldandı, adeta dişlerinin arasından. Sonra arabayı çalıştırdı.
Merak ettiğim şu ki… Seni kimin gözü tutsun acaba? Katil bebek Chucky kılıklı!
İstanbul sokaklarında jet gibi ilerlerken, kapının kulpuna sıkı sıkıya tutunmuş, kelime-i şehadet getirmekle meşguldüm. Bu adam bildiğin deliydi. Katıksız deli.
“Yavaş!” dedim; sesim korkudan titriyordu. Beyfendi beni duymayı bırak, daha da köklüyordu.
Aralardan makas ata ata geçerken ağzımdan ufak bir çığlık koptu. Gözlerimi sımsıkı kapattım. Kendimi otel odasında aksiyon filmi izliyormuş gibi hayal etmeye çalıştım ama yanımdaki adamın kokusu buna mani oluyordu. Ne parfüm sıktıysa üzerine, içime işlemişti. Eyvallah, güzel kokuyorsun da… biraz abartmamış mısın? Kendi gibi kokusu da odunsuydu. Ben niye bunun yanındayım ki zaten? Ne işim var burada…
Yolculuk boyunca gözlerimi açmamayı tercih ettim. Arabanın ani frenle durmasıyla ağır ağır araladım kirpiklerimi.
Karşımda, iki katlı, boydan boya camlarla kaplı, gri duvarlara sahip modern bir villa vardı. Çelik kapıları, etrafını çevreleyen yüksek duvarları ve düzenli kesilmiş çimleriyle sanki şehirden tamamen kopmuş gibiydi. Çevreme baktığımda, bolca yeşillik dışında hiçbir şey göremedim; başka evler yoktu, yol bile sessizdi. Yalnızlık hissi içimi ürpertti. Kalbim tekliyordu.
Hızla Ali’ye döndüm.
“Neresi burası?”
“Evim,” dedi, girişe yönelirken.
“Niye getirdin beni buraya?” diye arkasından seslendim.
Omzunun üzerinden bakıp, tekdüze sesiyle cevapladı:
“Kafa dağıtman için.”
Şaka! Değil mi? Şaka…
“Evine beni kafa dağıtmam için getirdin, öyle mi? Dalga mı geçiyorsun benimle?”
Sıkkınlıkla yüzünü bana çevirdi, kaşları çatık, gözleri sabırsızdı.
“Çok konuşuyorsun. Gel hadi,” dedi ve hızlı adımlarla kapıya ulaştı. Ben ise arkasından bakakaldım.
Korkuyor muydum? Evet. Ama şimdi içeri girersem belki ağzından laf alabilirdim. Zaten başka çarem de yoktu. Issız bir yerdeydim. Nerede olduğumu bile bilmiyordum.
Derin bir nefes alıp eve doğru adımladım.
Sorun yok Ezgi. Sadece ağzından laf alacaksın. Çok durmazsın. İstediğini aldıktan sonra Oktay’ı çağırıp gidersin. Sakin ol. Güçlü ol. Ona hiçbir şey belli etme.
Eve girdiğimde siyah ve grinin hâkim olduğu modern bir salonla karşılaştım. Çok fazla eşya yoktu; ev sanırım sandığım kadar da büyük değildi. Girişte salon açılıyordu, sağ tarafta siyah bir mutfağın önünde siyah bar masası yer alıyordu. Sol tarafta ise yukarıya çıkan merdivenler vardı. Başka da dikkat çeken bir şey yoktu.
Ali, mutfak tezgâhının üzerinde duran iki kadehe kırmızı şarap dolduruyordu. Ağır adımlarla yanına ilerleyip bar sandalyesine oturdum. Kadehi önüme doğru itti.
“Baştan başlayalım,” dedi tok sesiyle.
Adamın ses tonu felaket derecede karizmatikti; derin, tok, insanın içine işleyen bir ses. Ama hareketleri fazlasıyla iticiydi. Evet, Hande’nin dediği gibi yakışıklıydı; hatta fazlasıyla. Ama tüm bunların benim için bir önemi yoktu. Çünkü o, babamı öldürtmüş olabilecek en büyük şüphelilerden biriydi. O ve babası. Ve ben, bunu ortaya çıkaracaktım.
“Başlayalım,” dedim kendimden emin bir tavırla, gözlerimi onunkilerden ayırmadan.
Hazır mısın Ezgi? Başlıyoruz…