5. Bölüm

1969 Words
Kulaklarımda Mark Twain’in bir sözü çınlıyor: “Kaybettiklerimin arasından en çok aklımı özlüyorum.” Ne kadar da bana söylenmiş bir cümle, farkında mısınız? Şunu demiyorum: “Aklımı kaçırmak üzereyim.” Çünkü kaçırdım. Gitti, yok; bulan olursa haber versin. Şu an bana en çok lazım olan şey akıl, ama beni terk etti maalesef… Kime güveneceğimi, ne yapacağımı şaşırmış durumdayım. Şirkete bir CEO bulmam lazım — nereden bulacağım? Haluk Amca’yla konuşsam, içimde ona karşı bir negatif enerji var; Taylan’la görüşsem ona da güvenemiyorum. Tanıdığım hiç kimse yok. Şirketin hali ortada; etrafımda bir katil var. Onu nasıl bulacağım? Nasıl bir yol izleyeceğim? Ali ile görüşmek istememin sebebi, ondan laf almaktı. Ama bunu ona belli etmeden yapmak zorundaydım. Her şey sarpa sarmıştı ve ben hangi yoldan gideceğimi bilmiyordum. Bu yolda ilerlerken bana bir akıl, bir de üç beş göz lazımdı. Bir kişiye takılıp kalmamalıydım. Yanıma güvenebileceğim insanları bulmam gerekiyordu. Herkesi göz hapsine almalıyım; kim kiminle görüşüyor, kim ne yapıyor… Bunları bilmeliyim. Bu işin sonunda galiba paranoyak olacağım. Resmen karman çorman bir labirentin içindeyim. Hayatım bundan ibaret. Çıkışı bulabilecek miyim? Allah bilir… Kahvemin son yudumunu içip hızla masamdan kalktım ve odadan ayrıldım. Koridorun sağındaki küçük odada Hande’yi görmemle yanına doğru ilerledim. O da yüzünde samimi bir tebessümle, “Ben de size geliyordum,” dedi. “Haydi gidelim şu toplantıya,” dememle Hande, masasında duran dosyaları topladı. Birlikte ağır adımlarla toplantı salonuna doğru ilerlemeye başladık. “Hande, bana bir otel ayarla. Ev bulana kadar orada kalacağım. Ayrıca bu bölgede rezidanslara da bak, bana listeleyip ilet. Bir de akşamki ödül töreni için siyah bir elbise ayarla. Ayakkabı da olsun. İş için birkaç kıyafet daha seçtirip otele göndert.” “Efendim, sizin zevkinize uygun bulamazsam?” “Fark etmez, hepsi siyah olsun. Mühim değil.” “Tamam efendim.” “Sadece Ezgi, toplantıdan sonra da seninle biraz sohbet edelim,” dedim. Konuşarak toplantı salonuna ulaştığımızda, masada oturan ve daha önce hiç görmediğim insanların beni beklediğini fark ettim. Salonun ağır havası, gözlerin aynı anda üzerime çevrilmesiyle daha da yoğunlaştı. Taylan, oval cam masanın baş köşesini eliyle işaret edince omuzlarımı dikleştirip oturdum. Haluk Amca’yı özellikle çağırmamıştım; ona güvenmem için daha çok zamana ihtiyacım vardı. Şu an olduğum yer, hayalini bile kurmadığım bir yerdi. Çünkü ben hiçbir zaman kendimi şirketin başında hayal etmedim. Hep tuvalemin başında, fırçam elimde düşlemiştim geleceği. Oysa şimdi, yirmi yaşında koca bir şirketin başında oturuyordum. Milyarlar elimdeydi… Şaka gibi. İşin en komik tarafıysa ne yapmam gerektiğini bilmiyor oluşumdu. Toplantı hararetli ilerliyordu. Yönetim kurulu üyeleri, şirketin genel gidişatından memnun olmadıklarını açıkça belli ediyordu. Söyledikleri şeylerden tek bir cümle bile anlamıyordum. Şirketin tüm detaylarına hâkim olan Taylan konuşuyordu; ben sadece dinliyordum. Dinlemekten fazlasını yapamıyordum… Dinlediğimde de aslında hiçbir şey anlamıyordum. “Yakında iflas bayrağını çekeriz,” dedi kır saçlı, kilolu adam, sesine çaresizlik sinmişti. “Her şey yoluna girecek,” dedim kendimden emin bir tavırla. Kızıl saçlı, gayet güzel ve seksi bir kadın histerik bir kahkaha attıktan sonra söz aldı: “Hiçbir konuyla alakalı bilginiz yok! Anlattıklarımızı anladığınızı bile sanmıyorum. Siz kalkmış ‘her şey düzelecek’ diyorsunuz.” Söyledikleri sinirlerimi bozarken, içimi gereksiz bir hırs kapladı. “Her şey düzelecek dediysem düzelecek! Siz işinize bakın!” diyerek hızla oturduğum yerden kalktım. “Sızlanmak yerine çalışmayı seçerseniz başarılı oluruz. Bu şirket bana babamdan miras kaldı ve en iyi şekilde koruyacağıma emin olun. Şimdi herkes işine baksın. Toplantı bitmiştir.” Sinirle salonu terk ettim. Adımlarım sertçe koridora vururken Hande arkamdan koştura koştura beni takip ediyordu. Artık ne kadar hızlı yürüyorsam, ayakkabılarımın tıkırtısı bile öfkemi ele veriyordu. “Bana yine sert bir kahve getir, sonra odama gel, konuşalım,” dedim ve sinirle oflayarak odama geçtim. Odanın içinde bir sağa bir sola yürüyordum. Kapının çalınmasıyla, “Gir,” dedim öfkeyle. Kapının eşiğinde parıldayan mavi gözleriyle Hande belirdi. Masama doğru ilerleyip karşıma oturdu. Elindeki siyah kupayı masanın üzerine bırakırken gözlerini benden kaçırdı. “Bu kadar kahve sana dokunmasın,” dedi mahcup bir sesle. “Bana dokunan çoktan dokundu, bir de kahve dokunsa ne çıkar?” diye karşılık verdim. “Peki… ne yapacaksınız?” “Bilmiyorum. Sence ne yapmalıyım?” O an çaresizlik içimi kemiriyordu. Herkesi tek tek çevirip ‘Bana yardım et!’ diye bağırmak istiyordum. Bir fikre, bir yol gösterene, bir birlikteliğe ihtiyacım vardı. “Şirkete yeni bir yönetici tayin edebilirsiniz. Hüseyin Bey’in Amerika’da bile şirketi var. Orayla görüşüp yardım talep edebilirsiniz aslında. Toplantıda bunu neden öne sürmediler, doğrusu anlamadım,” dedi ve gözlerimin içine bakarken sanki kafamda bir ampul yanmış gibi hissettim. Bu şirkette bir şeyler dönüyordu, bu çok açıktı. Hande haklıydı. Babamın Amerika’da, İngiltere’de buraya bağımsız başarılı şirketleri vardı. “Şu an seni alnından öpmek istiyorum!” dedim sevinçle yerimden fırlayıp onun karşısına otururken. “Sana birkaç soru sormam lazım. Şirkette tuhaf davranan birileri var mı? Ya da babamın sevmediği, anlaşamadığı kişiler?” “Ben Aysun Hanım’ın asistanıydım. Babanızla birebir görüşmüşlüğüm pek olmadı. Aysun Hanım, babanızın vefatından sonra istifa edip ayrılınca yerine ben geçtim. Şirkette tuhaf davranan biri var mı… Toplantıda konuşan Banu Hanım var. Kendisi şirketin ortaklarından, yüzde on beş hisse sahibi. O biraz sıkıntılı bir kadın. Onun dışında pek bilmiyorum.” “Peki, Taylan ile Haluk Bey?” diye sordum merakla, gözlerim Hande’nin yüzünden tek bir kıpırtı yakalamaya çalışıyordu. “Taylan Bey iyidir, babanızla da iyi anlaşırdı. Hatta babanızın odasından pek çıkmazdı, sürekli çalışırdı. Çalışkan bir adamdır. Haluk Bey’i ise pek tanımıyorum doğrusu. Şirketteki dedikodulara göre Taylan Bey ile anlaşamıyorlarmış. Amerika’ya gitmeden önce babanızla da tartıştığı söyleniyordu. O dönem herkesin dilindeydi. Hatta babanızın onu gönderdiğini söyleyenler bile oldu.” Taylan’ın söylediklerini adeta doğruluyordu. Ama neden? İki yakın dost, Taylan yüzünden mi kavga etmişti? Yoksa perde arkasında bambaşka şeyler mi dönüyordu? “Peki, neden kavga etmişler? Biliyor musun?” diye sordum. Meraklı bakışlarıma karşılık omuz silkip cevap verdi: “Bilmiyorum. Dedikodu bunlar. Doğru mu, değil mi bilemem. Ben gözümle görmedim sonuçta.” Ateş olmayan yerden duman çıkmaz derler. Evet, dedikodu kötüdür; çoğu zaman konular saptırılır. Ama bir ucunda da gerçeklik payı vardır. “Anladım… Peki, Ali Karahan hakkında ne biliyorsun?” dedim, sesim biraz daha alçalıp dikkat kesilerek. “Çok yakışıklı olduğunu biliyorum,” dedi Hande, gülümserken kaşlarım çatıldı ama o hemen toparlandı ve devam etti: “Pek bir şey bilmiyorum ama o gün babanızla tartışmıştı. Nedenini bilmiyorum; o gün odadan zorla çıkarttılar. Babanıza ‘Seni öldürürüm’ diye bağırdığını duydum. Dedikodu falan değil duydum, resmen.” İçimde soğuk bir şey kıpraştı. (Ali, eğer bir şey yaptıysan, sana yapacaklarıma hazır ol...) diye geçirdim aklımdan, seslendirmeden, plan yapmadan. “Tamam, çok teşekkür ederim—gerçekten,” dedim usulca. “Ne demek, yardımım dokunduysa ne mutlu bana,” diye gülümsedi Hande. Nedense ona güveniyordum. İçten, sevecen ve güler yüzlüydü; onunla iyi anlaşacağıma emindim. “Tüm bunların dışında,” diye ekledim, “bana şu kahveyi nereden aldığını da göster. Seni yormayayım sürekli.” Gülümsemeye çalışırken göz kırptım. Hande, şaşkınlıkla gözlerini olabildiğince açtı ve, “Olur mu öyle şey?” diye çıkıştı. “Olur, olur,” dedim, sesimde hem ciddiyet hem de hafif bir oyunculuk vardı. Hande’yle bir saat kadar muhabbet ettik. Meğer bu bölgede bir apartmanda oturuyormuş; ailesi Artvin’deymiş. Üniversiteden mezun olur olmaz işe başlamış. Yirmi beş yaşında olmasına rağmen oldukça küçük gösteriyordu. Gayet arkadaş canlısıydı, yapmacık değildi. Bu doğallığı hoşuma gitmişti. Sohbet bittiğinde kredi kartımı uzattım. “Buradan alırsın istediklerimi.” “Aslında beraber gidip alsak… daha iyi olur,” dedi. Gözlerindeki yalvarış apaçık ortadaydı. Hiç alışveriş havamda değildim. Doğruyu söylemek gerekirse hiçbir şey yapacak havamda değildim. Hatta, ben… havamda bile değildim. Yavru köpek bakışlarıyla yüzüme öyle bakınca dayanamadım. “Tamam,” dedim isteksizce. Beraber şirketten ayrıldık ve yakınlardaki bir AVM’ye gittik. Gördüğüm kadarıyla Hande alışveriş konusunda benden daha kötüydü. Zaten kıyafet meselesini fazla önemsemiyordum. İlk girdiğimiz mağazadan siyah, dizlerimde biten dar kalıplı bir elbise aldım. İş yerinde giyebileceğim birkaç parça kıyafeti de seçtikten sonra Hande’yle vedalaştım ve ayarladığı otele geçtim. Daha önce evden başka yerde hiç kalmamıştım. Farklı bir yerde olmanın heyecanıyla kaldığım odayı dikkatle süzdüm. Boydan boya camlarla kaplanmış duvarlar, şehrin ışıklarını içeriye alıyordu. Odaya hâkim olan sütlü kahve ve beyaz tonları, insana huzur veren bir saflık yayıyordu. Ortada yükselen beyaz duvar odayı ikiye bölüyordu: bir tarafta kocaman bir yatak ve tam karşısında dev bir televizyon, diğer tarafta ise aynalarla süslenmiş dingin bir dinlenme alanı. Pencerelerin önünde, manzaraya doğru çevrilmiş sallanan bir koltuk vardı. Yanındaki küçük sehpa, taze papatyalarla süslenmişti. Koltuğa oturup camın ardındaki şehre bakmak, sanki bana ait olmayan ama çoktan kaderime yazılmış bir dünyanın kapılarını aralayacak gibiydi. Odayı bir kez daha tarayıp emin olunca elbisemi üzerime geçirdim. Aynanın karşısına geçip saçlarımı saldım, kulaklarımın arkasına attım. Makyaj yapmadım; zaten bunun için malzemem yoktu. Makyajla aram hiç iyi değildi zaten; daha çok krem ve doğal dokunuşlara alışkındım. Ellerdeki boya izleri umurunda değildi onlar benim hikâyemin renkleriydi. Küçük siyah çantama telefonumu ve kredi kartımı attım, otelden ayrıldım. Arabaya bindiğimde dikiz aynasından Oktay’ı süzdüm. Ona güvenebilir miydim? Bana gerçekten yardımcı olur muydu? Uzun zamandır şoförüm olmasına rağmen hiçbir yanlışını görmemiştim; efendi, aklı başında biriydi. Belki de yardım edebilirdi. “Oktay, sana bir teklifim var,” dedim. Dikiz aynasında önce bana baktı, sonra ağzımdan çıkacakları beklercesine dikkat kesildi. “Sana güvenmek istiyorum. Nedense güveniyorum da. Etrafımda bir sürü iş dönüyor ve bunları öğrenmem lazım. Babamın katillerini bulmam lazım. Takip edilmesi gereken kişiler var bana yardım eder misin?” Kaşları çatıldı, beni dinlerken kararlılığı yüzüne yansıdı. “Sana her zaman yardım ederim; sorman hata. Kimler?” diye sordu. “Şirketin CEO’su Taylan, Haluk Amca, Ali Karahan ve Kalender Karahan bu dört kişinin yedi yirmi dört, gizli bir şekilde takip edilmesini istiyorum. Kimsenin anlamaması lazım.” Derin bir nefes aldı ve arabayı sağa çekti. Dirseğini koltuğun başlığına dayayıp yüzünü bana çevirdi. “Tanıdığım birkaç kişi var bu işi yapacaklar. Takip ederler, kimse anlamaz. Ama dediğin gibi işin içinde bir sakatlık varsa, senin de korunmaya ihtiyacın var demektir.” “Korumalar her yerde, biliyorsun…” diye cevap verdim. “Şu an bile arkamızdalar.” “Öyle demiyorum. Öncelikle senin kendini koruman lazım. Etrafında olaylar dönüyorsa, Haluk Bey’den bahsediyorsun; korumaların çoğunu o buldu, hepsi onun adamları. Sana kendini korumayı öğretebilirim.” dedi. İşte ben de tam bunu istemiştim: göremediğimi görecek gözlere ihtiyacım vardı. Oktay’ın dediği gibi hem kendimi korumayı öğrenmeli hem de Haluk Amca’nın getirdiği korumalara karşı bir çözüm üretmeliydim. “Teşekkür ederim, Oktay. Gerçekten çok sevinirim yardımcı olursan minnettar olurum.” “Seve seve,” dedi. Önüne dönüp arabayı çalıştırınca ben de bakışlarımı pencerenin ötesindeki geceye çevirdim. Oktay da Hande de umarım güvenimi boşa çıkarmazlar. O kadar şüpheci olmuştum ki kurttan kuşa kadar herkesten şüphe eder hale gelmiştim. Kimseye güvenmek içimden gelmiyordu ama bir yerlerde, birilerine ihtiyaç duymadan da edemiyordum. İşte olay tam buraya bağlanıyordu: insanın insana her zaman ihtiyacı vardı. Ama unutmamalıydım ki insan, insanı yakan, kavuran, ihanete uğratan da yine insandı. Ne vardı sanki—ölümlü bu dünyada herkes huzur içinde yaşasa? İhanetin yerini sevgi alsa, düşmanlığın yerini dostluk kaplasa… Bizler elli-altmış yıl içinde en çok ne için sürüp gidiyorduk? Neden savaş? Neden bitmiyordu bu doyumsuz kazanma arzusu? Damarlarımızda akıp duran bu istek varken savaştan kaçınmak imkânsızdı. Yine de umudum vardı: bir gün iyinin kötüyü yendiğini görürüm; içimize küçük, dirençli umut tohumları ekerim. Umarım o ben olurum. Törenin yapılacağı salona geldiğimizde arabadan inmemle birlikte flaşlar çatladı. Gazeteciler ardı ardına sorularını yağdırırken ben hızlı adımlarla ilerlemeye çalıştım. “Başınız sağ olsun, Ezgi Hanım.” “Şirketin batacağıyla ilgili söylemler doğru mu?” “Özdemir Holding iflas bayrağını çekecek mi?” “Bir açıklama yapar mısınız?” Soruları duymamazlıktan gelip içeri süzülürken herkes bir anda üzerime döndü; sonra sanki bana bakmamışlar gibi önlerine dönüp fısıldaşmaya başladılar. Babam yanımdayken etrafımızda pervane olan insanlar, şimdi “batacağız” dediklerinde yanıma yaklaşmıyordu. Çıkar ilişkileri… Hepinizin canı cehenneme. Bana ayrılan masaya gitmeden önce lavaboya doğru yöneldim. Kendime gelebilmek için yüzüme su çarpmam gerekiyordu; yoksa burada birilerinin canını fena yakacaktım. Koridoru hızlı adımlarla kat edip köşeyi döndüğümde, ağzımı kapatan bir elin ani baskısıyla bir karanlık odaya çekildim. Sırtım sertçe duvara çarptığında, güçlü eller hâlâ dudaklarıma bastırıyordu. Nefesim daraldı; kalbim bir davul gibi çalmaya başladı. Kimdi beni buraya çeken? Kim istedi beni susturmayı?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD