Mavi Yılmaz
Sabah gözlerimi patates kızartmasının mis gibi kokusuyla açtım. Tam kafamı yastıktan kaldıracaktım ki sanki yerine çakılmış gibi kalkmıyordu namussuz.
Kumru’nun sesi odamı doldurduğunda, kulaklarıma uğultu gibi çarpıyordu. Keskin kahve gözlerini görüş alanıma sokunca, sesini de artık gayet net duymaya başlamıştım.
“Bir daha seninle içersem ne olayım!” diye bağırdı. Zor da olsa kafamı yastıktan kaldırabildim.
Kumru benim can dostumdu. Yollarımızı yetimhanede hiç ayrılmamak üzere birleştirmiştik ama bir dönem ayrı düşmüştük. Kaç yaşında tanıştığımızı bile hatırlamıyorum. Bildiğim tek şey, bugüne kadar hep beraber olduğumuz ve her daim birbirimizin arkasını kolladığımızdı.
“Ne olasın?” dedim, pis pis sırıtıp.
İri kahve gözleri alev alev yanarken, “Benim ne olacağımı boş ver. Bugün ilk iş günümüz, hatırlatayım,” dedi. Ters bakışlarını üzerimden ayırmadan odamdan çıktı.
Urfa’dan Mardin’e geleli tam bir hafta olmuştu. Bu sürede Kumru’nun arkadaşı Barzan sayesinde iş bulmuştuk. Sigortalı iş bulmak neredeyse imkânsızken, çalışmaya başladığımız okul kadın dayanışması kapsamında bizi sorgusuz sualsiz kabul etmişti. Tabii bunda, okul sahibinin yeğeninin torpilini de es geçmemek lazımdı.
Yataktan fırlayıp tam karşıdaki banyoya girdim. Hızlı bir duş beni kendime getirmişti. Odama geçerken Kumru’nun, “Acele et!” diye seslenmesiyle ona baktım. Ufacık mutfakta hem kahvaltı hazırlıyor hem de bana söyleniyordu.
Evimiz küçüktü; iki oda bir salon. Zemin katta konaklıyorduk. Eşya desen pek yoktu. Salon mutfakla birleşikti: bir kanepe, bir masa ve birkaç sandalye… Odam ise daha da küçüktü. Krem rengine boyalı duvarlar kirli gibi duruyordu. Camın önündeki yer yatağım oldukça rahatsızdı. Karşısında bezden bir gardırop, yanında ise bir boy aynası vardı.
Hızla dolaba yönelip üzerime bej boyfriend gömleğimi giydim, altına beyaz pantolonumu geçirdim. Ayaklarıma ten rengi spor ayakkabılarımı çekip boy aynasının karşısına geçtim. Saçlarımı kurulayıp kulaklarımın arkasına attım, sade bir makyaj yaptım, parfümümü sıktım ve mutfağa ilerledim.
Ufak masamızda hazırlanan kahvaltı resmen beni diriltti. “Döktürmüşsün yine,” dedim, bir zeytin alıp ağzıma atarken.
“Otur hadi, geç kalacağız!” dedi Kumru, elindeki çaydanlıkla masaya gelirken. Kumru oldukça güzel bir kızdı. Orta boylu olduğu için buna sitem etse de, ufak tefekliği ona çok yakışıyordu. Beline kadar uzanan kahverengi saçları ve kahve gözleri birbirini tamamlıyordu. Dolgun dudakları ise küçük yüzüne cuk oturuyordu.
Söylediğini yapıp kahvaltıya başladım. O sırada sesiyle tekrar dikkatimi çekti.
“Dün akşam olanları hatırlıyorsun, değil mi?” dedi. Ben de hafızamı yoklamaya başladım.
Tipsiz bir adamın kolumdan tutup çevirmesiyle baygın bakışlarımı ona diktim.
“Bana da dans etsene, güzelim?!” dedi, otuz iki dişini sırıtıp. Tam o sırada aramıza iri bir cüsse girdi; adamın sırıtışı bir anda yerde son buldu.
Bu da kimdi be!
“Siktirin gidin lan!” diye kükredi. Ayağa kalkmaya çalışan adam, bir süre bağırana baktıktan sonra koşmaya başladı. Yerdeki diğeri de arkadaşının arkasından fırlayıp uzaklaştı.
Kolundan tutup kendime çevirdim.
“Sana ne oluyor be! Kimsin sen, Malkoçoğlu gibi atlıyorsun üstümüze!” dedim öfkeyle. Adam yüzüme bön bön bakıyordu.
Omuzlarından sıkıca tutup sarsarak, “Sana diyorum, sana!” diye bağırdım.
Derin bir yutkunmadan sonra, “Buyur…” dedi sessizce.
“Ne karışıyorsun el âlemin işine be!” dedim. Başım dönüyor, olduğum yerde sallanıyordum. “Ben dövecektim onu!” dedim, sonra Kumru’ya dönüp kahkaha patlattım.
Kumru koluma girip, “Siz onun kusuruna bakmayın. Hadi gidelim,” dedi.
Malkoçoğlu, “İsterseniz sizi gideceğiniz yere bırakalım,” deyince sinirim tepeme çıktı.
Sen kimsin de beni bırakıyorsun? Çok istiyorsan ben seni bırakayım! Kimse beni bir yere bırakamaz; ben kimseleri bir yerlere bırakırım, o kadar!
“Sen kimsin be!” diye çemkirdim. Kumru’nun kolunu bıraktım, Malkoçoğlu’na doğru iki adım attım, tam önünde durdum.
“Ben Af—” derken gözlerim karardı, kendimi iri kolların içinde buldum.
Adam yüzüme aval aval bakarken hızla onu ittim. Kumru’nun koluna girip, “Kusura bakma,” dedim ve onu çekiştirerek evin yolunu tuttum.
Kahvaltı masasında önümüzdeki tabaklara gömülmüşken, Kumru sırıtıyordu.
“Evet, hatırladın ne olmuş? Adamın kucağına bıraktın kendini,” dedi, kahkahasını gizleyemeyerek.
“Aman Kumru, bir daha nerede göreceğim sanki adamı? Boş ver, geçti gitti!” dedim sinirle. Ne yapalım yani, biraz sarhoş olmuşsak?
“Burası İstanbul gibi değil, Mavi,” dedi imalı bir ses tonuyla.
“Neyse ne, boş ver,” dedim ve önümdeki tabağa döndüm.
Birden, “Can bir daha aradı mı?” diye sordu.
Lokmalarım boğazımda düğümlendi.
“Açma şu konuyu!” diyerek masadan sertçe kalktım, kahvaltılıkları mutfağa taşımaya başladım. Kumru ise sessizce sofrayı toplamaya girişti.
❤️
Okulun kapısında uzun uzun güzelliğine bakıyordum. O kadar gösterişliydi ki dün etrafa bakmaktan içeri girmekte zorlanmıştım. Büyük bahçesinde yok yoktu: basketbol ve futbol sahası, özel hazırlanmış oturma alanları… İçerideyse Arya Hanım’ın anlattığına göre havuz, tenis kortu, satranç salonu; kısacası pek çok sosyal aktivite vardı. Bina oldukça büyük ve ihtişamlıydı. Gri ve beyazın hâkim olduğu yapının kocaman camları güzelliğine güzellik katıyordu.
Kumru’nun kolumdan çekiştirmesiyle içeri girdik. Ben muhasebe mezunuydum, sadece iki yıllık yüksekokul okuyabilmiştim. Okulda, Kumru’yla beraber bilgi işlemde çalışacaktık.
Hazırlanan çalışma alanımıza ilerledik. Uzun beyaz masadaki yerime oturup bilgisayarı çalıştırdım.
Ezo adında sarışın, yeşil gözlü, orta boylu ve ince yapılı bir kız bize yapılacak işleri anlattıktan sonra yanımızdan ayrıldı. Resim öğretmenliğini bitirdiğini söyledi. Tatlı birine benziyordu, muhtemelen aynı yaşlardaydık.
Tam o sırada masaya sert bir el indi. Başımı kaldırdım; esmer, yaşlı bir adam burnundan soluyarak bana bakıyordu.
“Ayşe Güngör! Bak bakalım hangi sınıfta!” dedi, gözlerinden adeta alev saçıyordu.
Bilgisayardan isme bakmıştım ama bu adama bilgi vermek hiç içimden gelmiyordu.
“Bir sorun mu var, beyefendi?” dedim, sesimi sakin tutmaya çalışarak.
“Sana ne kadın, hangi sınıfta dedim!” diye bağırınca hızla ayağa kalktım.
“Sesinin tonunu önce bir kıs, bey amca!” dedim, sinirle.
Kumru kolumdan çekiştirip, “Ne yapıyorsun?” diye fısıldadı. Adam yeniden masaya vurdu.
“SANA HANGİ SINIFTA DEDİM LAN!” diye kükredi; tükürükleri etrafa saçılıyordu.
Kolumu Kumru’nun elinden kurtarmaya çalışırken tanıdık bir ses duyuldu:
“Ne oluyor burada?”
Başımı çevirdiğimde gözlerim büyüdü. Dünkü adam!
“Ben bizim kıza bakacaktım,” dedi yaşlı adam, ama az önce bağırıp çağıran o halinden eser yoktu; Malkoçoğlu’nun karşısında iki büklüm olmuştu.
“Sen benimle gel,” dedi Malkoçoğlu. Hızla binadan çıktılar.
“Mavi…” dedi Kumru şaşkınlıkla. “Dünkü adam bu.”
“Bizi mi takip ediyor, Kumru?!” dedim dişlerimin arasından. “Parçalarım ben bu adamı!” diyerek kapıya yöneldim. Kumru arkamdan seslense de aldırmadım.
Az önce bana bağıran adam kapıdan çıkarken, Malkoçoğlu’nun da arkası bana dönüktü. İşaret parmağımla omzunu dürttüm.
“Buraya bak. Buraya!” dedim öfkeyle.
Bedenini bana döndürdü, mavilerini mavilerime dikti.
“Sen hayırdır?” dediğinde, istemsizce onu süzmeye başladım.
Oldukça sarışındı. Keskin yüz hatları karizmasına karizma katıyordu. Kısık deniz mavisi gözleri bambaşka bir şeydi. İri cüssesiyle adeta “Bir de baklavaları gör,” diye bağırıyordu.
Maşallah… Allah sahibine bağışlasın.
“Anlamadım?” dedi; mavileri gözlerimden ayrılmıyordu.
“Sen Superman falan mısın? Olay olur olmaz şıp diye beliriyorsun. Yoksa sapık gibi beni mi takip ediyorsun?” dedim. Dudaklarının kıvrılmasıyla gülümsemesi yayıldı.
“Superman derler,” dedi, o gülümsemesini koruyarak.
“Hasbam! Senin süper güçlerin bana sökmez. O yüzden az ötede oyna oyununu,” diyerek hızla okulun yolunu tuttum.
Masama geçip oturduğumda tekrar mavi gözlerle burun buruna geldim. “Bela mısın sen, adam?” diye çıkıştım. O sırada Arya Hanım’ın sesi koridorda yankılandı.
“Afran!” dedi, Malkoçoğlu’nun omzuna ufak bir yumruk atarak.
“Bu adamı tanıyor musunuz?” dedim, şaşkınlıkla Arya Hanım’a bakarken.
“Hem de çok yakından tanıyorum,” dedi kıkırdayarak. “Bir sorun mu oldu, Mavi?” diye eklediğinde Afran’ın bakışları bana döndü.
“Bir sorun yok. Ahmet amca gelmiş yine,” dedi Afran, bakışlarını tekrar Arya’ya çevirerek. Ben ne olup bittiğini anlamadan suratlarına bakıyordum ki, Kumru pat diye sordu:
“Afran Bey de okulumuzda öğretmen mi?”
Arya Hanım, elini Afran’ın omzuna koyup gülümseyerek, “Hayır, ikizim,” dedi.
Error 404…
Error 404…
Error 404…
“Mavi, sana diyorum!” Arya Hanım’ın sesiyle kendime geldim. Az önce ne oldu ya?
Derin bir yutkunmayla, “Buyurun?” dedim. Yutkunmamın sesi bile kulaklarımda çınlıyordu.
“Civan seni bekliyor odasında.”
“Tamam,” dedim ve yerimden kalkıp merdivenlere yöneldim. Tam o sırada arkamdan Afran’ın sesi geldi:
“Ben de Civan’a gelmiştim.”
Ah Mavi… çata çata patronun oğluna çattın, iyi mi!
Arkamdan gelen adım sesleri hızlandığında iri cüssesi yanımda belirdi. “İsmin güzelmiş,” dedi, kocaman sırıtarak.
“Teşekkür ederim, Afran Bey,” dedim. O anda kolumdan tutup beni durdurdu.
“Superman daha iyiydi sanki,” dedi, gözleri sorgulayıcı biçimde kısılırken.
“Kusura bakmayın,” diyerek kolumu kurtarmaya çalıştım. Kendiliğinden bıraktı.
“Sorun yok, kasma kendini,” dedi. Ben tekrar yoluma devam ettim, ama o da yanımda yürüyordu.
“Buralı mısın?” diye sordu.
“Hayır.”
“Kaç yaşındasın?”
“Yirmi beş.”
“İşe ne zaman başladın?”
Ansızın durdum. O da durdu. Mavilerini sorgularcasına mavilerime dikti.
“Neden sorguya çekiliyorum?” dedim, keskin bakışlarla.
“Seni tanımaya çalışıyorum,” dedi. Kalbim korkuyla çarpmaya başlamıştı.
“Tanımayın Afran Bey. Size iyi günler,” dedim ve hızla yoluma devam ettim. Arkamdaki adım sesleri yavaş yavaş uzaklaştı.