Mavi Yılmaz
Civan Bey kahverengi gözleriyle gülümseyerek bana iş şartlarını anlatıyordu ama aklım başka yerdeydi. Sanki ilk defa bir adam benimle tanışmak istemiş gibi heyecan yapmıştım. Tabii ki ilk değildi; her gittiğim yerde mutlaka salça olan birileri çıkardı karşıma. Patronun oğlu oluşu falan da mesele değildi. Bu gibi şeyleri çok yaşamıştım.
Güzel bir kadındım, bunun farkındaydım. Uzun siyah saçlarım, parlak mavi gözlerim vardı. Dolgun dudaklarım, ufak burnum yüzüme yakışıyordu. Boyum uzundu, fiziğim gayet düzgündü. Bana bakan mutlaka bir daha bakardı. Buna alışkındım. Ama bu adam… bana farklı bakıyordu. Çok farklı.
Bakmamalıydı. Benim kimseye ayıracak vaktim yoktu. Başımda bin bir türlü dert varken bir de bu adamla uğraşamazdım. Böyle devam ederse işi bırakırdım. Bana başka iş mi yoktu?
Yok! Doğru söylüyorsun, yok…
“Anlaştık mı, Mavi?” dediğinde yüzünde sıcacık bir gülümseme vardı. Civan Bey esmerdi; özensizce taranmış siyah saçları keskin yüz hatlarına çok yakışıyordu. Kahverengi gözleri, beyefendiliği ve kibarlığıyla tam anlamıyla farklı bir hava taşıyordu. Okulun müdür yardımcısı ve aynı zamanda edebiyat öğretmeniydi. Müdüre ise Balçiçek Kandemiroğlu’ydu… yani Afran’ın annesi.
Nereden çıktı bu adam yine?! Kış kış Afran, yallah Afran!
Düşüncelerimden sıyrılıp, “Anlaştık, Civan Bey,” dedim. Kahverengi deri koltuktan kalkmamla o da ayağa kalktı.
Elini uzatıp, “Sadece Civan yeterli,” dedi, gülümseyerek.
Elini sıkarken, “Tamam Civan Bey,” dedim. Sonra pot kırdığımı fark edip düzelttim: “Civan.” Kocaman gülümsemesiyle karşılık verdi. Odadan çıkıp koridora adım attım.
Arya Hanım ve Afran hızlı adımlarla bana doğru geliyorlardı. Kalbim göğsümü parçalayacak gibi atıyordu. Bakışlarımı ayaklarıma dikip hızla yanlarından geçerek alt kata indim.
Masama oturduğumda Kumru’nun sinsi bakışlarını üzerimde hissettim. “Sus!” dedim öfkeyle. O da ağzına hayali fermuar çekip önündeki bilgisayara sırıtışla bakmaya başladı.
Saat beş olduğunda toparlanmaya başladık. İlk iş gününde yaşadığımız olayları saymazsam fena değildi. Öğle yemeğinde bize Civan Bey ve Arya Hanım eşlik etmişti. İkisi de çok düzgün insanlardı. Arya Hanım daha eğlenceli bir tipti; tam benim kafadandı, o yüzden onunla iyi anlaşmıştık. Öğrendiğim kadarıyla okulda çalışan bazı öğretmenler akrabalarıydı. Bugün bize işi anlatan Ezo Hanım mesela Arya Hanım’ın kuzeniymiş. Ezo, Arya’ya kıyasla daha sessiz ve sakindi. Okul güzeldi… Afran bir daha uğramasa daha da güzel olurdu muhtemelen.
Ekru sırt çantamı omzuma takıp Kumru’yla kol kola okuldan çıktık. Otobüs durağında beklerken siyah bir Range Rover önümüzde durdu. Camlar indi. Arabaya hayranlıkla bakıyordum ki mavilerle göz göze gelmemle yerimde sıçradım.
“Gideceğiniz yere bırakabilirim,” dedi Afran, kocaman gülümsemesiyle.
Sen yine nereden çıktın be!
“İstemez,” dedim. Ama o esnada Kumru çoktan arka kapıyı açmaya çalışıyordu.
“Ne yapıyorsun!” diye çıkıştım.
Bana dil çıkartıp arabaya bindiğinde olduğum yerde kalakaldım. Afran heyecanla arabadan inip ön kapıyı açtı. “Haydi,” dedi, yine o gülümsemesiyle. İstemem yan cebime koy misali arabaya bindim. Kumru’ya ters ters baktıktan sonra gözlerimi camın dışına diktim.
Kumru adresi tarif edip arkasına yaslanınca, “Nasılsınız?” diye sordu Afran; kaçamak bakışları sürekli beni buluyordu.
“İyiyiz Afran Bey, sizi sormalı?” dedi Kumru, sırıtarak.
Hain arkadaş!
“Afran demen yeterli. İyiyim. Ya sen, Mavi?”
“İyiyim,” dedim sessizce. Bu adama yakın olmak istemiyordum. Neden bilmiyorum ama farklı bir aurası vardı. Normalde kimseyi itmeyen ben, bu adamdan köşe bucak kaçmak istiyordum.
“Nerelisiniz?” diye sordu. Bu adam da ne çok soru soruyor!
“İstanbul,” diye cevapladı Kumru. Aslında oralı değildik ama tüm hayatımız İstanbul’da geçmişti; biz de kendimizi öyle görüyorduk.
“Kardeşsiniz, değil mi?”
“Hayır,” dedik Kumru’yla aynı anda. Kardeş gibiydik ama kan bağı yoktu.
“Anladım. Hangi rüzgâr attı sizi buralara?” dedi. Ardından ağzının içinde bir şeyler mırıldandı ama pek anlayamadım.
“Benim üniversiteden arkadaşım buralı. Çok övmüştü burayı, biz de geldik. Hatta siz akraba oluyorsunuz sanırım,” dedi Kumru. Sonra omzumu dürttü: “Değil mi kız?”
“Ne bileyim ben Allah Allah!” diyerek öfkeyle elini ittirdim. Sanki adamın soy ağacını ben çıkarmışım.
“Kim?” diye sordu Afran, gülümseyerek. Bu adam da ne çok gülümsüyor… Amma da güzel gülümsüyor.
Sus be!
“Barzan Eroğlu,” dedi Kumru.
“Evet, halamın oğlu, dayımın da oğlu,” derken kaşları çatıldı, alayla kafasını salladı. “Kuzeniniz işte.”
“Duble kuzen,” dedim gülümserken ve yüzümü ona çevirdiğimde mavileriyle çarpıştım. Bir süre mavilerinde kaldıktan sonra derin bir yutkundu.
Dön önüne!
Döndüm.
Elim radyoya giderken güçlü elleri ellerime değdi; şaşkınlıkla tekrar ona baktım. O da bana bakıyordu. Hemen elimi geri çektiğimde aramızda birkaç saniyelik bir sessizlik oldu.
En sevdiğim şarkılardan biri kulağıma ilişti:
Dur sakın bana bakma öyle
Gücüm yetmez gözlerine
Gördüğün rüya olmaya razıyım...
Evin önüne gelince hızla teşekkür edip, onun bir şey söylemesine fırsat vermeden arabadan indim. Kumru’nun kolunu çekiştirip apartmana soktum.
Eve girer girmez bağırdım: “Ne yaptığını sanıyorsun, Kumru?!”
“Ne yapmışım ki?” deyip salaona doğru ilerledi; ben peşi sıra onu takip ettim.
“Niye biniyorsun adamın arabasına!” diyerek öfkemi dizginlemeye çalıştım.
Kumru eski hardal rengi kanepede kendini bıraktı: “Ne var canım? Hem adamın sana olan ilgisini fark etmemiş olamazsın,” dedi alayla, gözlerini devirerek.
“Fark ettiğim için bu kadar kızgınım zaten,” diye burnumdan soludum.
“Zeynep, artık kendini aş. Geçti gitti; sen de hayatını yaşa,” dedi.
“Ne güzel söyledin, Kumru. Benim adım bile sahteyken sen bana ‘hayatını yaşa’ diyorsun. Yetimhanede verdikleri sahte isimle yaşıyorum; kaçak bir hayat bu. Farkında mısın?” diyordum; gözlerim çoktan dolmuştu.
Kumru ayağa kalktı, ters bakışlarını üzerimde gezdirdi ve anlamıyormuş gibi konuştu: “Hayatın hep böyle sürmeyecek. İki yıldır sesi sedası yok; Can’dan haber yok. Kurtuldun artık, kendi hayatına bak. Zamanla anlarsın; o da anlayışla karşılar.”
“Tamam, diyelim hayatıma birini soktum; sonra pat çıkıp geldi. Ondan sonra ne olacak?” diye sordum; yanaklarımda birkaç damla yaş süzülüyordu.
“Gelmez!” dedi o kararlı sesiyle.
“Kumru, ben o adamı bıçakladım. Biliyorsun, değil mi? O benim peşimi asla bırakmaz. Bıraksa bile ben bir daha kimseye güvenemem. Bu konuyu burada kapat — bir daha üsteleme!” diye bağırdım. Odama gitmek üzereyken kolumdan tutup beni durdurdu.
“Neden Afran seni bu kadar etkiledi?” diye sordu, keskin keskin gözlerime bakarken.
“Ne etkilenmesi be! Dün bir, bugün iki; ne ara etkileneceğim bu adamdan?” diye kolumu kurtardım.
“O zaman bana öyle geldi,” dedi sessizce.
“Aynen öyle. Ben o şerefsizden sonra hayatıma birini sokup da onun da canını yakamam!” diye patladım; yaşlarım artık hunharca akıyordu. “Çünkü biliyorum, o beni tekrar bulup her şeyin hesabını soracak!”