4. BÖLÜM
Beril neredeyse sıkıntıdan patlama noktasına gelmişti ve sinir sistemi de çökmek üzereydi. Bu sancılı bekleyiş ne kadar sürecek bunu kestiremiyordu, en kötüsü de bütün bedenin ağrıdan tutulmuş olmasıydı. Sert sandalyede oturmaktan bütün bedeni felç olmuş durumdaydı. Elleri hem arkadan bağlıydı hem de sandalyeden kalkamasın diye sandalyeye bağlanmıştı.
Ağrıları gitgide artarken karnı da acıkmaya başlamıştı. Sandalyede bağlı olmaya katlanabilirdi ama açlığa katlanabilir miydi bilmiyordu. Hayatında en çok sevdiği ritüel bir şeyler yemek olabilirdi. Bazı geceler açlıktan uyanıp yemek yediği bile olurdu. Kilo alacağım diye bir korkusu olmadığı gibi bu konuyu kafasına da takmıyordu. Belki de takmadığı için kilo da almıyordu.
Biraz boynunu dinlendirme ihtiyacı duyarak başını öne eğdi ve öyle sabit bekledi ama bu kısa süreli bir çözüm olmuştu. Başını sağa sola oynatırken sırtını germeye çalıştı ama bu da nafile bir çaba olmuştu. Vakit de geçmek bilmiyordu ruhu ise git gide daralıyordu.
Beril zaman geçirmek adına Yavuz ile olan bağlantısını düşünmeye başladı, nereden tanıdığı hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Karşısına öyle çok kendisine sorun çıkaran insanlar gelmişti ki bu adam hangisi ya da hangi olayın sonucunda onu buraya kapattı bir türlü bağlantı kuramıyordu. İsmi bile öyle yabancıydı ki daha önce duymuş olabileceğini bile sanmıyordu.
Her şeyden önemlisi akıllı olmalı ve ondan bilgi toplamalıydı bunu yaparken de asla ama asla açık vermemeliydi. Mutlaka bir yerde açık verecekti, kim bilir kendisiyle ne derdi vardı ve en önemlisi ne istiyordu. Sakin olmalıydı ama bunu nasıl başarabilecek en ufak bir fikri bile yoktu.
Düşüncelerini ne kadar meşgul etmek istese de olmuyordu. Bedeni rahatlıyordu ama karnındaki açlığı bastıramıyordu. Sesini duyurmaya karar vererek derin bir nefes aldı ve nefesini geri verirken de bağırarak, “Hey! Beni duyduğunu biliyorum.” dedi.
Odada yalnızca kendi sesi yankılandı ve bunu sadece kendisinin duyabildiğini gördü ama pes etmeyerek, “Acıktım ve eğer buraya gelmezsen var gücümle ‘İmdat!’ diye bağıracağım. Olacakları sen düşün artık, başını belaya sokacağım.” dedi.
Yine gelen giden olmayınca artık iyice çileden çıkan Beril sinir kat sayısını biraz daha artırarak, “Tuvaletim geldi!” diye neredeyse haykırdı.
Baktı yine gelen giden yoktu, bu kez de ayaklarını tepinircesine yere vurmaya başladı. Ayakkabıların topuklarının zeminde çıkardığı ses onun ne kadar delirdiğinin kanıtı gibiydi. Bir türlü hıncını alamayarak, “Tamam günah benden gitti, buralara pisleyeceğim. Nasılsa ben temizlemeyeceğim. Pislik herif!” dedi ve son kez ayaklarını yere vurdu.
Beyni iyice dönmüştü bu duruma açlığı da eklenince sinirleri hepten bozulmuştu, biraz önce ne saçmaladığını hatırlayınca güçlü bir kahkaha attı. Dediğimi yapsam ne güzel olur diye düşünmeden edemedi. Toparlanmak zorundaydı bu kadar güçsüz düşüp direncinin kırılmasına izin vermemesi gerekiyordu. Yoksa daha ilk günden otoritesini kaybetmiş olurdu. Derin derin nefesler alıp verirken kendini motive etmeye çalışıyordu. Hıncı biraz olsun geçmişti. Sağ bacağını sol bacağının üzerine atarak sırtını dikleştirdi ve üstteki ayağını sallayarak düşünmeye devam etti.
Yavuz oturdu sandalye ile geri giderek ayağa kalktı ve önündeki ekrana bakmayı bıraktı. Beril’in tükenmiş hâlini görmek ona fazlaca keyif vermişti. Öyle hemen yılmak yoktu yok eğer yılacaksa ona istediğini söylemek zorundaydı aksi hâlde buradan çıkma gibi bir şansı olmayacaktı.
Yavuz ona psikolojik baskı yaparak onu tükenme noktasına getirecekti ve böylelikle mecbur kalıp konuşacaktı. Bunun kolay olacağını düşünmemişti ama böyle giderse bir iki güne onu konuşturmayı kesin başarmış olurdu. Bu düşüncelerle çalışma odasından çıkarak mutfak tarafına geçti. Oradan önce kiler odasına geçti ve bir şişe su aldı ardından ekmeklikten bir dilim ekmek alarak malikanenin bahçe katına indi.
O kısım tamamı ile yüzme havuzu, spor salonu, buhar odası; duş, jakuzi ve saunadan oluşuyordu. Orayı teğet geçerek önce bahçeye çıktı ardından karşısında duran manzaraya baktı. Muhteşem manzara onun içini bir saniyede rahatlatmıştı. Biraz uzaktan da olsa iki köprü sağında bir diğeri de solunda kalıyordu. Neredeyse akşam olmak üzereydi ve akşam güneşi solgun pırıltılarını denizin üzerine bahşetmişti. Boğaz’ın incileri ise bu ahenge uyum sağlayarak göz kamaştırıyordu.
Yavuz bahçe kısmından aşağıya doğru yüz metre kadar yürüyerek kış bahçesine geldi ve gri hasır masa takımının başına geçerek sandalyelerden birine oturdu. Elindeki su ve peçete sarılı ekmeği masanın üzerine bıraktı. Kış bahçesi gerçek manada huzurun sembolü gibiydi. Yer dekoru çim yeşili yapay halı ile döşeliyken her bir tarafta asılı rengarenk fenerler vardı. Büyük boy bazı neferler de yerde duruyordu. İçlerinde ise kullanılmış mumlar, Yavuz fırsat bulduğunda bir bardak da olsa kahve içmek için buraya gelir mumları yakardı. Bazen manzarayı izler bazen de kitap okurdu. Tabi bunları o çok önemli işlerinden vakit bulursa yapardı.
Yavuz biraz olsun huzura kavuşmuşken daha yeni büyümeye başlamış olan kaktüslerine göz ucuyla baktı, masaya bıraktıklarını aldı ve kalktı ardından tabloya uyarlanmış gizli geçitten geçerek aşağıya doğru yol aldı. Önce salona oradan da yatak odası kısmına geçti. Beril kapı açılmış olsa da istifini hiç bozmadı. Aksine oturduğu yerde yanlanarak tek kaşını havaya kaldırdı ve küçümseyen bakışlarını Yavuz’un gözlerine dikti.
Yavuz ise onun bu kendinden emin hâllerine sinir olmuştu. Beril bunu fark ettiğinde daha çok yerinde kıpırdandı. Bu da zaten kısa olan eteğinin daha çok yukarı sıyrılmasına neden oldu. Buna kayıtsız kalamayan Yavuz ise hızlıca gözlerini kaçırarak ona doğru yürüdü ve “İç!” diye bir emir verdikten sonra şişenin kapağını açarak ağzını Beril’in ağzına dayadı. Beril bundan hoşlanmamıştı çünkü Yavuz su içireyim derken neredeyse onu boğacaktı. Beril, “Ölü olarak işine yaramam.” derken bir yandan da öksürüyordu.
“İnan bana sana ne olduğu umurumda bile değil.”
“Bırak da kendim yiyip içeyim, o a kadar da korkmuyorsundur inşallah benden.”
Yavuz hızlıca düşündü bununla uğraşacak vakti yoktu hızla olduğu yerde doğrularak elindeki şişe ve ekmeği konsolun üzerine koydu ardından salon kısmına doğru geçti. Lazım olur düşüncesi ile birkaç kelepçe aldırmıştı. Çekmeceden kelepçeleri çıkarırken içeriden bağırarak konuşan Beril’in sesi de geliyordu.
“Ne o yoksa gerçekten korkuyor musun?”
Yavuz bunu önemsemedi, mübarek çenesi duracağa pek benzemiyordu. Tekrar geri döndüğünde Beril tam ağzını açacaktı ki ona elini dudaklarını götürerek sus işareti yaptı. Yavaşça yanına doğru yaklaşarak önce bedenine bağlı olan ipleri çözmeye başladı. İpler resmen Arap saçına dönmüştü, genç adam iplerle uğraşırken burnuna dolan çiçeksi kokuyu duymamaya çalıştı. Beril ise onun bu kadar yakınına gireceğini düşünmediği için gafil avlanmıştı. Teninin sıcaklığı kendisine değmediği hâlde yakıcı bir şekilde hissediliyordu.
Onun bu tuhaf çekimine karşı koymak adına Yavuz’un başına bela olan lanet bir adam olduğunu kendine hatırlattı ve tenine yakışan parfüm kokusunu ciğerlerine çekmemek için nefesini tuttu. Her nefesini geri verişi titrek bir şekilde oluyor ve Yavuz da bu titrek nefeslerden nasibini alıyordu.
İpler ise çözülmemek için anlaşma yapmış gibiydiler. Yavuz onun bu kadar yakınında olmaktan hoşlanmadı ve hızlıca işini yapmaya odaklandı. Sonunda ipler çözüldüğünde Yavuz, Beril’in sol bileğine uzandı ve kelepçenin bir ucunu sol bileğine taktı ardından diğer ucunu da sandalyenin koluna taktı. Beril bundan hoşlanmamıştı, burun kıvırarak, “Yuh be bari iki dakika müsaade etseydin.” dedi ama Yavuz ona cevap vermeyerek konsolun üzerinden suyu ve ekmeği alarak ona verdi ardından karşısındaki diğer sandalyeye oturdu.
Beril ise bu duruma olan tepkisini ayakkabılarının topuklarını sertçe yere vurarak gösterdi ve elindeki suyu ayaklarının dibine koyarken, “Neden cevap vermiyorsun. Korkuyor musun yoksa?” diye sordu ama Yavuz yine cevap vermedi. Amacı zaten onu sinir etmekti o nedenle tepkisiz kaldı.
Beril’in ise susmaya pek niyeti yoktu. Yılmayarak, “Hey! Sana diyorum Yavuz oğlan.” dedi.
Yavuz Beril’in son söylediği cümleye gülümsemişti. Çünkü Yavuz oğlan demesi ona dedesini hatırlatmıştı. Yavuz daha çok küçükken dedesi çiftliğe yeni doğmuş bir tay getirmişti. Bir az huysuz ve aksi olan tayı Yavuz’a benzettiği için de ona Yavuz Oğlan adını takmıştı. Yavuz, karşısındaki bu pervasız kadının eğer dedesinin kendisine benzediği için atını Yavuz Oğlan diye sevdiğini bilse ne yapardı diye düşünmeden edemedi. Sessiz kaldı ve onun elindeki ekmeği hoşnutsuzca yemesini izlemeye koyuldu.
Beril bir dilim ekmeği yiyip, kalan suyu da içtikten sonra biraz da olsa keyfi yerine gelmişti. Onun yemek işini bitirdiğini anlayan Yavuz diğer kelepçeyi de sağ bileğine takmak için ona yaklaştı. Bir ucu sandalyeye bağladıktan sonra tam Beril’in bileğine uzanacaktı ki Berin, “Lavaboya gitsem iyi olacak, inşallah bir mahsuru yoktur(!)” dedi sesi ise alay doluydu. Beril’in yaklaşık bir saat önce bağırarak söylediği cümleler ikisinin de aynı anda aklına gelmişti. Beril buraları pislesem yüzü nasıl bir ifade alır diye düşünürken Yavuz ise onun sinirden buraları pisleyeceğini söylediği anı düşünerek gülümsedi. Resmen sinirden deliye dönmüştü.
“Tamam ama iki dakika daha fazlasına izin vermem.”
Patavatsızlığın sınırını aşan Beril, “O kadar sürede üstümü bile çıkaramam abartma!” dedi ve ardından pişman oldu bu Yavuz Oğlana neydi onun iç çamaşırından. Allah’tan üstümü demişti ya dili sürçse de külot filan dese ne olurdu? İçinden kendine gülümsedi, iç sesi çoktan saçmalamaya başlamıştı. İşi gereği çoğu zaman konuşurdu ama en azından böyle saçmalıklar yapmazdı. Bu adam karşısında iyice kontrolden çıkmıştı.
Yavuz’un bir an kafası karışsa da çabuk toparlanarak sol bileğindeki kelepçeyi çözdü. Beril ise belki havalandırma camından kaçarım umuduyla kendini rahatlamış hissediyordu. Beril yavaş hareketlerle vücudunu esneterek ayağa kalktı ve hemen ileride duran yatağa attı kendini ve kollarını yukarıya doğru kaldırarak iyice gerildi. Yüksek kalitedeki yatağın üzerinde kıvrılan bedeni istediği rahatlığa kavuşmaya başlayınca kendini mutlu hissetti.
Kendini onu izlerken bulan Yavuz, yatakta üzerindeki kısacık elbiseyle yayılan kadının muhteşem görüntüsüne dalmıştı. Bedenini rahatlatmak için kıvrandıkça kısa olan eteği daha da çok yukarı çıkıyordu. Belki bilinçli belki de bilinçsizce yapmış olduğu bu kıvranış onu fazlaca davetkâr göstermişti. Yavuz toparlanma gereği duydu, bir süredir onu izleyen bakışlarını başka yöne çevirdi ve yüksek sesle, “Bu kadar yeter, orası benim yatağım ve yatağımda olmandan hoşlanmadım. Lavaboyu kullanman için sana verdiğim süre dolmak üzere.” dedi ve sıkıntılı bir nefes aldı. Bir an önce o yataktan kalkıp kendine gelmeliydi, öyle de oldu. Beril oflana puflana yataktan kalktı ve kapıya doğru yöneldi.
Kapı açılır açılmaz kaçsam kurtulur muyum acaba diye düşünürken çıkışının bile nerede olduğu belli olmayan bir salona girdiklerini görünce hayal kırıklığına uğradı ama pes etmedi en azından bir havalandırma deliği mutlaka olmalıydı. Yavuz sol tarafta bir kapı açarak Beril’e yol verdi, Beril keyifle içeri girdi ama bu keyfi hiçbir havalandırma deliği olmadığını görünce kaçtı. Sol tarafta bir jakuzi hemen cama bakan yerde bir ekran ekranda da orman manzarası vardı. Cam bile yoktu, havalandırma sesi bile derinlerden geliyordu. Sağ tarafta bir duş onun tarafında da okyanusta bir ada görseli vardı. Banyonun öyle bir izlenimi vardı ki sanki doğanın içinde banyo yapıyormuşsun gibi bir izlenim veriyordu.
Yavuz, Beril’in hâlâ dikilmekte olduğunu görünce, “Hayranlıktan mı bakıyorsun yoksa kaçabileceğin bir yer yok diye hayal kırıklığından mı?” diye sordu. Yavuz’un söylediklerinin aksine Beril buradan büyülenmişti.
Beril hissettiğinin aksine burun kıvırarak, “Bunu bilemeyeceksin.” dedi ve içeri doğru bir adım attı.
“Gizem yapacağım diyorsun ama çok da ilgilendiğimi söyleyemeyeceğim.”
Beril onun ardından kapıyı kapattı ve lavabonun yanındaki klozete yaklaşırken kendini doğada hissettiren manzaralara bakıyordu. Zenginlik demek böyle bir şeydi, buna zenginlik de denmezdi aksine ultra lüks hayat denirdi. Banyodaki hareketlerini yavaşlatan Beril işlerini ağırdan alıyordu. O sandalyenin tepesinde olmak ona berbat hissettiriyordu. Bu rahatlığı gördükten sonra oraya geri dönmek ise berbat bir duyguydu.
Beril aynı yavaş hareketlerle kapıyı açıp salon kısmına geldiğinde Yavuz arkasına yaslanmış konforlu koltuklardan birinde oturuyordu. Beril’in çıktığını görünce ayaklanarak onun yanına doğru yürümeye başladı. Beril o odaya gidişini ertelemek istiyordu ama Yavuz’un buna tav olmayacağı bakışlarından bile belli oluyordu. Sonunda onu önüne katarak yatak odası kısmına götürdü rahatsız ve insanın kemiklerine batan o ruhsuz sandalyeye tekrar oturttu ve sırasıyla kelepçeleri taktı.
Beril bundan fazlaca nefret etmişti, ayağındaki ayakkabıları atarak ayağından çıkarttı ve o ana kadar ayaklarının ağrımış olduğunu hissetmediğini anladı. Sinirlenmişti, Yavuz da arkasını dönüp gitmeye hazırlanmıştı ki Beril o sinirle diz kapaklarının arkasına sertçe vurdu. Yavuz o vuruşla sendeleyip Beril’in ayaklarının dibine çökünce Beril ne yaptığının bilincine vararak toparlandı ama bu onu cesaretlendirmişti bilerek yapmadığı bu hareket Yavuz’un gardını düşürmüştü. Bundan faydalanarak, sağ bacağını kaldırdı ve Yavuz’un boynuna dayadı. Yavuz şimdi onun iki bacağının arasında duruyordu. Baldırı kafasına değerken alt bacağı boynundaydı.